​BİR İNGİLİZ ANTROPOLOĞUN KALEMİNDEN FİLİSİTİN-İSRAİL GERİLİMİ, HÜMANİZMA, DEMOKRASİ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Filistin'de başlayan bu süreç ile ilgili siyâsî, askerî ve diplomatik açıdan çok şey söylendi ve söylenecek.

Filistin Gazze’den geçtiğimiz hafta 7 Ekim’de başlattığı operasyonla İsrail işgalindeki topraklara beş bin füze saldırısı sonrası, dünya gündemi bir anda değişti. O kadar ki, ne Ukrayna-Rusya savaşı ne de Karabağ konusu neredeyse hiç konuşulmaz hâle geldi.

Filistin’de başlayan bu süreç ile ilgili siyâsî, askerî ve diplomatik açıdan çok şey söylendi ve söylenecek. Ancak konuya sosyopolitik açıdan baktığımızda, karşımıza “sir” ünvanlı İngiliz Antropolog Jack Goody (1919-2015) Tarih Hırsızlığı (İş Bankası Kültür Yayınları, 2012) adlı eserinin “Hümanizma, İnsânî Değerler ve Batılılaşma: Retorik ve Uygulama” başlıklı bölümünde şu yazdıkları çıkıyor:

“Hümanizmanın ister “insanî değere” saygı, ister seküler olana bağlılık anlamında olsun, “modern” veya Batılı toplumların yakın tarihli bir icadı olmadığı açıktır. İnsanî değerler apaçık bir şekilde ilgili insanlığa göre değişir. (…)

Dünyanın birçok yerindeki Avrupa sömürge düzenine ilişkin bütüncül anlayış, eğitim programlarının “insanlaştırıcı” misyonuyla sınırlanmıştı. Bu programlar, çoğu zaman hakiki eğitsel amaçları olan, fakat kendi rollerini nüfusu Hristiyanlaştırmak, yerel ibadet biçimlerinden kurtulmak ve Avrupa standartlarını başlatmak olarak gören dinî yapılar aracılığıyla hayata geçiriliyordu. Bu projede, klasiklerin öğretimi çoğu zaman ortaöğretim düzeyinde önemli bir rol oynadı. Hristiyanlığın müttefikleri olarak algılanan ve hümanist değerlere odaklanmış bir yaşam tarzını aşıladıkları Avrupa antikçağının klasikleri tercih ediliyordu. Bu çabalar hatırı sayılır bir başarı sağladı. Belirli seçkin orta öğretim kurumlarındaki en iyi Avrupalı öğretmenlerden bazıları, hem klasikler konusunda çok iyi eğitimli hem de Hıristiyanlığa bağlıydılar. Afrika’da bağımsızlığını ilk kazanan sömürge toprağı olan Batı Afrika’daki Gana’da 1947’deki bağımsızlığa giden yolda bir üniversite kurulduğunda, kadrosu tamamen Afrikalılaştırılan ilk bölümün Klasikler Fakültesi olması anlamlıdır. Bu kurumun başındaki kişi, yalnızca Yunan metinleri anadiline çevirmekle kalmadı, aynı zamanda üniversitenin ilk Ganalı rektöre ve daha sonraları Tokyo’daki Birleşmiş Milletler Üniversitesi’nin de başı oldu. Klasiklerin ve “beşerî ilimler”in sağladığı güç bu kadar büyüktü!

Sömürgeciliğin ortadan kalkmasıyla, bazı siyasetçiler “hümanizma”nın doğuşunu bir Batılılaşma süreci olarak da görülen küreselleşmeyle ilişkilendirmeye başlamıştır. Hindistan’da Nehru, Mısır’da Nâsır gibi iyi eğitimli kişiler, hep seküler eğilimdeydi. Hepsi de Batılı sömürgeci devletlere karşı çıktılar ve bu süreçte hasımlarının değer-yüklü sloganlarını benimseyerek bağımsızlıklarını (“özgürlüklerini”) kazandılar.”

Bu tür hareketler özgürlük ve demokrasi adına, halkın iradesinin ifadesi olarak Batılı devletler ve Birleşmiş Milletler tarafından da desteklendi. (…) Aynı zamanda, bu dış güçler, herkes gibi kendi açıkladıkları standartlara uymakta çoğu zaman başarısız oldular.

“Konuş ama yapma” ikiyüzlülüğü

Jack Goody, aynı yazısında ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin başta “demokrasi” olmak üzere ilgili kavramların uygulamasında ortaya koydukları iki yüzlülüğü şöyle anlatmaktadır:

“Örneğin, ABD kısmen muazzam petrol tüketimi yüzünden ve muhtemel Sovyet genişlemesine karşı kendi “yaşam tarzını”, “kapitalizmini” koruma arzusunun etkisi altında, kendi gündemini öne çıkarmaktan geri kalmamıştır. Yakındoğu’daki bu Soğuk Savaş’tan ve ABD’nin bu amaçlarından bazılarını destekleyen “demokrasi-dışı” rejimlere yapılan yardımdan çok zarar gördü. Saikal, komünizmi kuşatma ve kendi petrolünü sağlama bağlama çabasıyla, “ABD İslam topraklarında, savunduğunu iddia ettiği demokratik ve özgürlükçü değerlere tamamen ve adamakıllı yoz rejimleri desteklemek, hatta dayatmak için elinden geleni ardına koymadı” diye yazar. Başka bir deyişle, demokrasinin değeri retoriğiyle izlenen fiilî siyaset arasında muazzam bir uçurum vardı.

Goody, aynı yazının “Demokrasi” başlıklı bölümünde ise, İsrail’in küresel ve bölgesel anlamda nasıl bir “demokrasi(!) örneği”ni şu ifâdelerle açıklamaktadır:

“İsrail, Yakındoğu’nun tek demokratik devleti olarak övülürse de, bu yönetim biçimi bu ülkenin kendisini savunmak ve başkalarını tehdit etmek için muazzam silahlanma ve asker biriktirmesini engellemek konusunda hiçbir şey yapmamıştır. Bu küçük ülke on iki tümene, dünyanın en büyük hava kuvvetlerinden birine ve öteki devletlerde yasaklanabilecek veya en azından uygun görülmeyecek nükleer silahlara sahiptir. Bu yönetim biçimi, sivil bir yönetimin başına (ABD’de olduğu gibi) eski askerlerin seçilmesini, Arap köyü Deyr Yasin’de, Lübnan’daki Sabra ve Şatilla kamplarında veya daha yakın geçmişte Batı Şeria yakınlarındaki Cenin’de yapılan katliamları da önlememiştir. Bununla birlikte “demokratik” kategorisine yerleştirerek, diğer Arapların çoğu gibi asla “gerçek demokrasi”yi tanımadığı kabul edilen Filistinlilerin “yozlaşmış”, otoriter hükümetiyle otomatik olarak karşıt kutba konmuş oldu.”

Batı dünyâsı kendi içlerinden çıkıp hakkı savunan Jack Goody’nin yazdıklarına ne kadar itibar eder ve edecek tahmin etmek güç değildir. Türkiye olarak biz de uzlaşmacı tavrımızla demokrasi ve insan hakları (hümanizma) konusunda bulunduğumuz seviyeyi ortaya koyarak gerçek anlamda örnek olma konusunda önemli bir diplomatik fırsat elde etmiş durumdayız.