SUİKASTLAR HAFTASI, LÜBNAN GERGİNLİĞİ VE İSRAİL-İRAN KAPIŞMASI İÇİN NE DEMEK?

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları

Bu hafta sonunu bölge olarak diken üzerinde geçiriyoruz. Geçtiğimiz hafta art arda suikast haberleri geldi. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ın üst düzey sembolik isimlerini hedef almıştı. Lider kadroların ve direniş ekseni elitlerinin İsrail’in suikast listesinde olduğu zaten biliniyor ancak zamanlama İsrail’in verdiği mesaja performatif bir başarı sağlamış göründü. Aynı anda kafalar da biraz karıştı, çünkü suikast haberleri gelmeden önce İsrail’in Lübnan’da bir cephe açma arzusu üzerinden çok gergin bir atmosfer vardı, Lübnan cephesi açılırsa bunun sadece Hizbullah-İsrail çatışması olarak kalmayacağını ima eden gelişmelere şahit oluyorduk. Suikast haberleri, Lübnan ile ilgili tartışmayı bir adım geriye düşürdü ve İsrail’in “direniş eksenini vurabilirim ve hatta vuruyorum” mesajının ne anlama geldiği, 300 günden fazladır devam eden çatışma ortamındaki temel dinamikleri değiştirip değiştirmediği tartışılmaya başlandı.

Stratejik kayıp içerisinde taktik zafer

Bölgeden uzmanların büyük bir kısmı Hamas Siyasi Büro lideri Haniye’nin öldürülmesini İsrail adına stratejik kayıp içerisinde taktik bir zafer olarak yorumluyorlar. Aynen katılıyorum, çünkü bu suikastlar verdikleri mesaj açısından İsrail adına birer zafer teşkil etse de İsrail’in içinde olduğu açmazları ve stratejik düzeydeki kayıpları durduran, dönüştüren eylemler değil. Elbette bir gün önce Beyrut da öldürülen isim Şükür de bir gün sonra Tahran’da öldürülen Haniye de çok önemli figürleriydi direniş ekseninin ama direniş ekseni içerisinde yer alan tüm grupların bu tür darbelere hazırlıklı olduğu unutulmamalı. Bu konu özellikle Hamas üzerinden tartışılıyor zira Hamas’ın İran kontrolündeki direniş ekseninin parçası olması kısa sürede bir çırpıda gerçekleşmedi, tek bir hattan gitmedi ve ideolojik yakınlıktan ziyade pratik kapasite inşası fikri üzerinden işledi. Hamas’ın Arap Baharı çerçevesinde başka bir mücadelenin parçası olarak anıldığı günler çok geride kalmadı, keza hep vurguladığımız gibi Ortadoğu’da tek bir direniş de yok. Dolayısıyla Hamas, sadece İran’ın basit bir vekili olarak nitelendirilip geçilebilecek bir aktör değil. Ayrıca Hamas 7 Ekim saldırıları sonrasında Filistin Davası’nı bünyesinde adeta tekelleştirmeyi başarmış bir aktör, üstelik böylece Hamas’ın siyasi kanadı, askeri kanadı arasındaki ayrım da bulanıklaştı zira İsrail’in Gazze’de Arapları/Filistinlileri yok etme politikası Gazze direnişini Filistin direnişi ile özdeşleştirdi. Bu nedenle Hamas’a rakip olarak bakan Filistinli örgütler ve olumsuz yaklaşan Arap Yönetimler söylem ve eylemlerini ayarlamak durumunda kaldılar. Bu açıdan Hamas’ın Arap politikası içerisinde yeri ne olacak/olabilir sorusu hiç önemini kaybetmedi. Kimi zaman bölge ülkeleri Filistin direnişinin adresi olarak Fetih’i ve Filistin Yönetimini göstermeye devam ettiler ama saha gerçekleri, en önemlisi de İsrail’in perde arkasında Hamas ile müzakere ettiği/etmek zorunda kaldığı gerçeği bu çabaları anlamsızlaştırdı ve Hamas’ı direnişin temel aktörü haline getirdi. Haniye, tüm bu dönüşümün merkezinde Hamas-İsrail müzakere sürecini götüren, siyasi kanat- askeri kanat ilişkisini rayda tutan ve Hamas- Arap olan- olmayan bölge ülkeleri arasındaki irtibatı sağlayan bir isimdi. Ne olursa olsun, 2006 seçimlerinin galibi bir hareket ve bu galibiyetin başbakanı olarak Filistin siyaseti içinde meşruiyet iddiası üzerinden de varlık gösterme şansı olan bir isimdi Haniye. Sonuçta eksikliği mutlaka hissedilecek ve Hamas kendisini yeni bir lider kadrosu ile şekillendirecek bir süreçle uğraşmak zorunda kalacak. Halit Mashal dışında isimler, bu yazının yazıldığı 4 Ağustos itibariyle zikredilmeye devam ediyor ve Mashal olsun, diğerleri olsun siyasi kanat için lider arandığı bu süreçte a)-Hamas-Arap politikası ilişkisini nasıl ayarlayacaklarına, b)- Siyasi kanat- askeri kanat dengesini nasıl koruyacaklarına (-ki bu aynı zamanda Hamas’ın Direniş Ekseni içindeki yerini de gösterecek), ve c)- diğer Filistinli gruplarla etkileşim ve koordinasyonu Filistin davası bünyesinde nasıl sağlayacaklarına karar vermek zorundalar. Tüm bunlar yanında hala sürüyor mu sürmüyor mu tam belli olmayan bir rehine -mahkûm takası müzakere süreci var İsrail ile giden, o konuda da Hamas stratejisini yeniden yeni liderlik koşullarına göre oluşturmalı. Bu süreç biraz oyalanma, biraz iç mücadele demek olsa da Hamas’ın aslında fazla bir hareket alanı yok; Filistin davasının dışına çıkamaz, askeri kanat ile bağını gevşetemez ve sırtını tamamen Arap politikasına yaslayamayacağından İran, Türkiye ve Katar gibi aktörlerle kendi desteğini çeşitlendirme stratejisinden vazgeçemez. Dolayısıyla, İsrail 7 Ekim sonrası Haniye dahil Hamas’ın elit siyasi ve askeri kadrolarını ortadan kaldırsa da Hamas adına da Hamas- İsrail çatışması adına da oyunun kurallarını değiştirmiş değil.

İsrail-İran hattında temel dinamikler değişmedi

Öte yandan Haniye’nin İran’da öldürülmesi, İran-İsrail kapışmasındaki mevcut sınırları değiştirmiş görünmüyor. Haniye’nin öldürülmesinin sembolik önemini anlıyoruz, suikastın performatif başarısının bir nedeninin İran’a verilmiş mesajın çok iyi ayarlanmış zamanlaması olduğu açık. Hatırlarsınız, Haniye yeni İran Cumhurbaşkanının yemin töreni için Tahran’da bulunuyordu. İran direniş ekseninin pek çok ismini Tahran’da kabul etmiş, yemin töreninde bölgedeki stratejik derinliğini dosta düşmana sergilemiş, üstüne “İsrail’e ölüm” sloganları attırtmıştı. İsrail, gerçekleştirdiği eylem ile hem bu resmin açıklarını gösterdi hem de İran’ın hemen hemen herkesin bildiği güvenlik- istihbarat zafiyetini yeniden uluslararası ve bölgesel toplumun gözüne soktu. Bütün bunların yanında “İsrail olarak direniş ekseniyle mücadele edecek gücüm ve bu mücadeleyi İran topraklarına taşıyacak pervasızlığım var” deniliyor. İsrail, 7 Ekim öncesi çokça oynadığı “irrasyonel/deli/çılgın aktör” olma kartını hala kullanıyor, kullanabilecek kapasitesi de var. Olayın hem İran topraklarında, Devrim Muhafızlarının kontrolünde bir alanda olması hem de Cumhurbaşkanının yemin töreninde dünya kamuoyu ile paylaşılan resmin üzerinden saatler geçtikten sonra olması bir el yükseltme, hem Haniye gibi bir figürün öldürülmesi el yükseltme. Tüm bunların yanında Netanyahu, taktik zaferlerle süre kazanıyor, Hamas’ta ciddi bir liderlik sürecinin başlamasına ve müzakerelerin ikinci plana atılmasını sağlıyor, belki İran ve direniş ekseninin çok ciddi bir hata yapmasını bekliyor. Ama sonuçta İsrail-İran yıpratma harbinde ve her iki tarafın yaralarında, yumuşak karınlarında bir değişiklik yok. İran, kontrollü bir misillemede (muhtemelen aynı performatif gücü, mesaj önemi bulunan) bulunacaktır. Zaten, Tahran klasik davranış biçimini takip ediyor. Bir yandan stratejik sabır mesajı veriliyor, diğer yandan intikam yemini ediliyor. Misillemeden günler önce davul zurna çalarak misilleme korkusu (çünkü İran ve vekillerinin de vurma/cezalandırma kapasiteleri var) ile İsrail ve bölge tedirgin hale getiriliyor. El yükseltmenin kontrolden çıkmaması için birilerine İran çoktan nükleer silah edindi açıklamaları yaptırılıyor (hoş elde etmemiş olsa ne olacak Blinken bile İran’ın karar vermesi halinde bir nükleer silahtan 10-15 gün uzakta olduğunu söyledi) ama bir yandan da ABD ile müzakere kapısı kapanmış değil. Yine birileri İran ve ABD arasında nükleer anlaşmaya yönelik çok yüksek düzey olmayan teklif al-teklif ver sürecinin işlediğini (doğru ya da yanlış) basına sızdırdı. Bu koşullarda İran’ın kontrolsüz bir cevap vermesini, İsrail ile doğrudan çatışmayı tetikleyecek bir duruş sergilemesini bekleyemeyiz. Ayrıca, İran, İsrail’in Gazze savaşını kaybettiğinin farkında, direniş üzerinden prestij devşirme işi de İran adına gerçekleşti. Bu prestije İsrail’in vermiş olduğu yaraları kabul etmemiş görünüp kabul etmek, İsrail’in Gazze’de battığı çamur düşünüldüğünde çok da zor değil.

Lübnan gerginliği

Bazı yorumcular bu noktada İsrail’in Lübnan konusunda pek çok caydırıcı sınamayla karşılaştığını o yüzden suikastlar üzerinden kolay taktik zaferi tercih ettiğini söylüyorlar. Açıkçası akla yakın bir açıklama. Gerçi 4 Ağustos itibariyle Hizbullah ve İsrail arasında düşük yoğunluklu çatışmalar Lübnan sınırında devam ediyor. Suriye’nin güneyini de etkileyecek biçimde taraflar hareketlenmiş ve düşük yoğunluğu aşabilecek bir çatışma için hazırlıklarını tamamlamış görünüyorlar. Neredeyse herkes vatandaşlarını Lübnan’ı terk etmeye çağırdı. Ama henüz mevcut düşük yoğunluklu çatışma, sinir harbi sınırı geçilmiş değil. Lübnan cephesini açıkça açmak İsrail adına 2,5-3 cepheli (Gazze, Batı Şeria, Lübnan + Direniş Ekseni) bir savaşın fitilini ateşlemek anlamına gelebilir. Mevcut durumda bu tür birçok cepheli savaşı İsrail’in tek başına sürdürmesinin askeri olarak çok zor olduğu kabul edilmişti. Hizbullah’ın elindeki kapasitenin o zaman sınırlı bir biçimde kullanılmayacağı da ortada. ABD, Lübnan operasyonunu görüntüde hiç istemiyor çünkü İsrail’in bu operasyonu başaracağıyla ilgili derin kuşkuları var ve Washington’u bölgesel savaşa meyilli bir kara operasyonuna sürükleyecek eylemlerden İsrail’in kaçınılması arzusu var. Trump dönemine ulaşabilirse Natanyahu hükümeti, İsrail’in gücüne daha çok güvenen bir yönetimle birlikte olacak ama İsrail’in çok cepheli bir savaşı yapma kabiliyeti mucizevi bir biçimde artmayacak. Ayrıca İsrail’e karşı direnç her zaman Hizbullah’ın hareket ve meşruiyet alanını genişletmiştir, böyle bir duruma yeniden dönülürse İran, Suriye ve Lübnan üzerinden yüzünü göstermeden meşruiyet ve varlık alanını genişletebilir, yani zaten yayından çıkmış bölge dengeleri daha çok yayından çıkar, en büyük sorunlardan biri olan küçülmüş Arap politikasının alanı daha da küçülür.

Türkiye caydırıcı gücünü neden gösterdi?

Suikastlar öncesi, İran’ın olası misillemesinin etkisini tartışmadan önce Türkiye’nin/Erdoğan’ın İsrail çıkışının nedenini tartışıyorduk. Erdoğan, İsrail’e yönelik çok ciddi bir uyarı yapmış, Türkiye’nin oyun bozucu alanları olarak bilinen Karabağ ve Libya’ya atıfta bulunmuştu. Türkiye’nin oyun bozucu stratejisi sadece sert güç unsurlarını ifade etmiyordu ama sert gücü de içeriyordu. Bu nedenle yapılan uyarının son derece ciddi olduğunu anlayabiliyoruz. Bu uyarı ile Türkiye Filistin davasının savunulmasında önemli bir aktör olduğunu hatırlatarak bölgede oyundayım dedi. Bölgesel güç dengesinin olası değişimlerine karşı bunun sadece İsrail’e değil bütün bölgeye ve bütün aktörlere verilmiş bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Ama dahası İsrail’e Lübnan cephesi açmanın hiç hesaplamadığı maliyetleri olabileceğini de böylece söylemiş oldu. Türkiye, İsrail’in Lübnan’a düzenleyebileceği düşük yoğunluğu aşan herhangi bir operasyonu görmek istemiyor. Bu tür bir operasyon, Lübnan’ın kısmi olarak İsrail işgali ile uğraşması sadece bölge dengelerini değil Doğu Akdeniz dengelerini de altüst eder. Bu dengeleri yerine oturtalım diye Ankara 2016 sonrası çok mesai, çok emek harcadı. Üstelik böyle bir operasyon yukarıda saydığımız bölgesel dengesizliği ve bölgesel çatışma riskini beraberinde getirir. Ankara’nın caydırıcı gücünün ciddiye alındığını, İsrail’in güçsüz olduğunu, İran’ın da başka şekillerde yaralı olduğunu biliyoruz. Dileyelim, oyun şimdilik bu sınırlarda sert bir oyun olarak kalsın.