​7 EKİM SALDIRILARI ÜÇÜNCÜ PERDE: BÖLGESEL VE KÜRESEL KIRILMA HATLARI BİRBİRİNE YAKLAŞIRKEN

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Sivil ölümlerin "iyi ve kötü, medeni ve terörist" arasındaki mücadelenin "elim verici" yan etkisi olarak görülmesi hali bilinçli bir şekilde ve sadece Netanyahu tarafından da değil İsrailli üst düzey karar alıcılar tarafından beslendi.

7 Ekim saldırıları ardından üçüncü perde açılıyor. Bu perde, maalesef geçen haftaki yazımızda bahsettiğimiz ikinci perdenin gölgesi altında açılıyor. İkinci perde, hatırlarsanız Gazze’nin kollektif olarak cezalandırılması kararlılığının İsrail tarafından sergilendiği perdeydi. Yaratılan kollektif cezalandırma atmosferinin (ölmek, süpürülmek, sürülmek, sürülürken ve süpürülürken ölmek) ne gibi sonuçlara neden olduğunu da Al-Ahli hastanesini içindekilerle beraber ortadan kaldıran patlamada gördük. Ayrıca ABD’nin ayrıntılarını bilmediğimiz bir süreç sonucunda kurtardığı Hamas tarafından rehin alınmış iki vatandaşı dışında rehineler de şu an için Gazze’dekilerle aynı kaderi paylaşıyor görünüyor. Yani cezalandırma o kadar kollektif. Sivil ölümlerin “iyi ve kötü, medeni ve terörist” arasındaki mücadelenin “elim verici” yan etkisi olarak görülmesi hali bilinçli bir şekilde ve sadece Netanyahu tarafından da değil İsrailli üst düzey karar alıcılar tarafından beslendi. Bu tablo, İsrail’in Hamas saldırıları ile zarar gören caydırıcılığını toparlıyormuş gibi görünmesinin en kolay yolu ama asla maliyetsiz bir yol değil. Bugün aradan geçen zamana ve atılan adımların yol açtığı daha büyük zarara bakarak söyleyebiliriz ki “maliyet” konusunda İsrail ve Batı çok derinlemesine düşünmüş değil. Öncelikle belirtmek gerekir, Batı İsrail’in kolektif cezalandırmasına dayalı bu perdeyi resmi olarak desteklemekten bir an dahi vaz geçmedi. Al-Ahli’de ortaya çıkan çok vahim duruma ve Avrupa’da daha net, ABD’de daha az net görülen Filistin sorunu çözülmeli seslerine rağmen İsrail’e verilen resmi desteğin devam ettiğini görüyoruz. 

Batı neden İsrail’e destekte birleşti?

Bu desteğin altında İsrail’in caydırıcılığının gördüğü zarara üzülmeden ötesi var. Ukrayna-Rusya savaşı çıktığında Ukrayna direnişinin başarısından anladığımız kadarıyla Batı bu krize hazırdı. Oysa 7 Ekim saldırıları ve ABD’nin Ortadoğu stratejisinin çuvallamasına Batı’nın hiç de hazır olmadığı anlaşılıyor. Avrupa bugünkü küresel sistemde oldukça güçsüz bir konumda, o nedenle yıllarca bayraktarlığını yaptığı Filistin davasının parmakları arasından başka mecralara kaymasına ses çıkaramıyor. Ama ABD için bu gerçek bir kriz anı, üstelik ABD’nin çok güçsüz olduğu, savaşlarda yenildiği bir Vietnam anında da değiliz. Hatta Avrupa-Atlantik tiyatrosunda Rusya’nın sınırlandırılması stratejisinde de birkaç pürüz hariç (bitmeyen İsveç’in NATO üyeliği hikayesi, Macaristan’ın çıkardığı sorunlar, Sırbıstan-Arnavutluk-Kosova hattında yaşananlar vb) gayet başarılı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla çuvallamanın nedeni konjonktürel değil, stratejinin kendisinde bir eksik bulunması. Gerçekten de Filistin meselesini çözmeden, ya da uçuk planlar üzerinden Gazze’yi ekarte edip Filistin Otoritesini zorlayarak Filistin meselesi rafa kalkmış gibi göstererek İsrail’i içine alan bölgesel bir barış inşa etmek mümkün olmadı. Bu başarısızlığın görünürlüğü ABD’ni yaralıyor, zira ABD çuvalladığı için bugün İsrail ve Filistinlilerin öldüğünü ve gelecekte öleceğini düşünecekler ABD’nin bundan sonraki bölge politikalarına kolay kolay ikna olmayacaklar. Bu yüzden Batı (ne yazık ki Avrupa’nın direnen Batı’dan kopup Batı’yı yek vücut yaptığı bu anda) basit bir strateji izliyor.

Batı, bir yanda meseleyi bir medeniyetler/dinler savaşı ve dini-kültürel anti-Semitizm meselesi haline getiriyor. Böylece meselenin çuvallandığı siyasi taraf görünmez kılınmaya çalışılıyor. Hatta hikâye böylece Arapsızlaştırılıyor. Batı’nın bir zamanlar ve çeşitli defalar yok etmekle sınadığı bir grup insanın maruz kaldığı acılar ve zorluklar devam ediyor izlenimi veriliyor ve bunun üzerinden İsrail’e yönelik eleştiri ahlaki bir baskı altına alınıyor. Diğer yandan Batı, İsrail’in Gazze’yi mezarlığa ya da terkedilmiş bir çöle çevirme kararlılığını, bir tür öfke, irrasyonellik, gazaba evrilen acı/yas hali gibi sunmaya çalışıyor. Biden, İsrail’i destek için ziyaret ettiğinde yüzüne kondurmuş olduğu derin acı ifadesi ile İsrail’e 11 Eylül’den sonra ABD’nin içinde bulunduğu ruh halini hatırlattı örneğin. Biden’a göre o günlerde ABD, pek çok doğru şey yapmış ama bazı yanlışlar da yapmıştı. Keza von der Leyen ya da Sunak, İsrail sathında keder ile Tel Aviv’e desteklerini ifade eden tüm siyasiler İsrail’in meşru müdafaa hakkını tanıyıp, Hamas’ı lanetledikten sonra sözlerinin bir yerine uluslararası hukuku mutlaka sokuşturuyorlar. Böyle, bu çok medeni (!) yaklaşım ile İsrail’in haklı olduğu, ama işte orantılılık konusunda bazı hataların yapılabileceği (tüh, tüh…) bunun geçici bir “acıdan aklını kaybetme hali” olarak da görülebileceğinin altı çiziliyor. 

ABD’nin caydırıcılığı tırmandırma riskini sergiliyor

Ancak II. perdenin sonunda hala Batı’nın yani ABD’nin caydırıcılığı sağlamak dışında bir strateji geliştiremediğini görüyoruz. Burada ABD’nin askeri varlığını görünür kılarak sağlamaya çalıştığı caydırıcılığın belirli ve düşük düzey bir tehditte karşı sağlamak zorunda olduğu statik ve ani bir caydırıcılık olmadığını da vurgulayalım. ABD, ani ama tırmanmaya açık bir caydırıcılık sağlamak zorunda. Zaten ABD’nin iki uçak gemisinin ardından bölgeye hava savunma sistemleri (THAAD ve ek Patriot bataryaları) konuşlandırma kararı alması bu tırmanmanın herkesin gözü önünde gün be gün gerçekleştiğini gösteriyor. Sahneyi tamamlarcasına Biden, İsrail’e yaptığı ziyaretin hemen ertesinde teröristlerin ve tiranların kazanmasına izin vermeyeceğiz açıklaması yaptı. ABD’nin kullandığı söylem yabancı değil ve Biden yönetimi yeni bir Bush doktrinine 1 adım (Bush’un ünlü tehdit üçlemesinde terörizm ve tiranlığın yanında kitle imha silahları da vardı) kaldığını ima ederek ABD’ye alternatif bir strateji geliştirme zamanının dost, düşman herkes tarafından tanınması gerektiğini söylüyor. Bu arada Gazze ortadan kalkabilir elbette. 

Yani ABD’nin Doğu Akdeniz’de görünür hale getirdiği güç projeksiyonu ile sadece Hizbullah ve benzeri üçüncü tarafların olaya müdahil olmasının ya da İran-İsrail çatışmasının caydırılması söz konusu değil. ABD, bölgesel ve küresel düzeyde politikasının zafiyetinin fark edildiğini ve bunun memnuniyetsizlik yarattığını biliyor. Bu memnuniyetsizlik bölgesel düzeyde herkesin kendi köşesine çekildiği, direniş ekseninin İran’a, savunmanın İsrail’e bırakıldığı bir konjonktür yaratmadı. Tam tersi bölgesel aktörlerin Gazze’ye yönelik İsrail saldırısını reddetme üzerinde birleştiği ve İsrail’in yalnızlaştığı bir bölgesel konjonktür oluştu. 

İsrail bölgede yeniden yalnız

Bölge, bir araya gelirken bugüne kadar İsrail’e yönelik politikaları ve duruşları ne olursa olsun (tanıma, işbirliği, barış, normalleşme) Gazze’ye yönelik cezalandırmanın bölgesel istikrarı sarstığının altını çizdi. Bu tüm bölgenin aslında ABD’ye verdiği, hatta vermek zorunda kaldığı bir mesaj.  Bu açıdan son hafta gerçekleşen tüm diplomatik toplantılar (İslam İşbirliği Teşkilatı, Körfez İşbirliği Konseyi, Kahire Barış Zirvesi) son derece önemlidir. Bu toplantılar, İsrail’in temsil edilmediği toplantılardı dolayısıyla ne ürettikleri kamuoyunda çok tartışıldı. Kahire Barış Zirvesi, ayrıca, ABD’nin düşük profille katılım sağladığı ve bugüne kadar izlediği stratejiyi değiştirmeyeceği imajını verdiği bir toplantı oldu. Dolayısıyla, tüm bu toplantılar, BM temsilcilerinin bol bol ağladığı zirveler olduklarından da “bol laf az iş” deyişini haklı çıkartan çabalar olarak eleştirildiler. Oysa toplantılar ABD’nin eski yeni müttefiklerinin çağrısıyla yapıldı. Bu müttefikler yakın zamana kadar İsrail ile işbirliği yapıyor ya da işbirliği imkanları üzerinden konuşuyorlardı. Şimdi İsrail’in olmadığı forumlarda İsrail’in bölge politikaları ve bu bölge politikalarının önünü açanlar açıkça eleştiriliyor. 1980’lerden itibaren İsrail’in bölgede yalnız kalmaması, mümkünse rakiplerinin yalnız kalması için yapılan onca strateji, barış anlaşması, yönetimlerin yüceltilmesi, bölgenin bizimlesin değilsin diye bölünmesi hepsi heba oldu. ABD’nin ağzında İsrail’e destek nakaratı, elinde askeri güç bölgeye inmesi bile bu yeni bölgesel fotoğrafı değiştirmedi zira müttefikler sınır güvenliği (özellikle Mısır ve Ürdün için söz konusu), İran ve milislerinin, alanı onlara kaptırmak istemeyecek DEAŞ dahil radikal unsurların ve Gazze’de dökülen kandan rahatsız kamuoylarının arasında bu iş böyle giderse başka bir siyasi beka sorunuyla karşı karşıya kalacaklarını düşünüyorlar. Bu yüzden de ABD’nin desteklediği İsrail politikasından çark ettik mesajını uluslararası topluma iletiyorlar.

Rusya ve Çin’den mesaj var

Batı dinlemiyor görünse de Biden’ın terörizmin yanına tiranlık vurgusunu eklemesi ABD’nin her şeyi dinlediğini gösteriyor. Elbette Biden yönetimi ikinci bir Bush doktrinine doğru dümen kırarsa bölgede her şey değişir ama bu noktada Orta Doğu-Doğu Akdeniz’de tek caydırıcılık sergileyenin ABD olmadığını görüyoruz. Millet İsrail-Hamas çatışması ile uğraşırken Yol-Kuşak İnisiyatifinin 3. Forumu Çin’de yapıldı. Gelenler, gelmeyenler, Kuşak-Yol hala hayatta mı diye soranlar ilgi çekici elbette ama esas olarak verilen mesajlar ve çizilen tablo doğrudan ABD’nin Ortadoğu’daki caydırıcılığına karşı bir karşı ve pratik olarak işleyen bir caydırıcılık hattı oluşturma yönündeydi. Bir kere bölgede Filistin meselesinin iki devletli çözüm ile (1967 sınırları ve Kudüs’ün başkent olduğu bir Filistin ile) sonuca kavuşabileceğini, ancak bunun istikrar ve barış getirebileceğini söyleyen Rusya ve Çin devlet başkanları yan yana oturarak Forum sonrası yayınlanan strateji belgesinde bugünün küresel dünya düzenini hedefe oturttular. Sistem işlemiyor çünkü kolonyalizm hala geçerli filan. Rusya ve Çin’in giderek daha keskinleştirdiği bu söylemde Yol-Kuşak İnisiyatifi gibi projelerin “küçük ama akıllıca” adımlarla her bölgeye girişine imkân var çünkü artık mesele sadece “ticaret” de değil. Bu yazı yazılırken Çin donanmasının bazı unsurlarının Umman’a planlanmış bir iyi niyet ziyaretinde bulunduğu, henüz de bölgeden ayrılmadığı haberi gündeme düşmüştü. Ama olayın sadece ticari olmadığını mükemmel bir biçimde özetleyen küçük bir hatırlatma notunu gönderen yani ABD’nin Doğu Akdeniz’deki varlığının Rusya’nın füzelerinin menzilinde olduğunu hatırlatarak ABD’ye tırmandırmayı 2003’de değil 2023’ün Ortadoğu’sunda yapmanın bazı maliyetleri olduğunu söyleyen Putin oldu.

Batı ve İsrail Gazze politikasının maliyetleri hakkında düşünmeye başladıklarında bölgesel ve küresel konjonktürde büyük değişimlerle karşılaşabilirler. Küresel bölünme bölgesel kriz anından faydalanabilir. Bir gün Soğuk Savaş bu esnek formundan katı bir forma dönerse -ki dönecek gibi gözüküyor- Avrupa ve ABD Kuzey Afrika-Akdeniz ve Ortadoğu'da alışmadıkları bir manzara ile karşı karşıya kalabilirler.