Vakıf Katılım web

KENDİME KÜÇÜK Bİ' DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ

Milena Berfin GÜLDOĞAN
Tüm Yazıları
Doğum günleri her zaman özel olmuştur benim için. Bir insanın hatırlanması, anılması için en güzel günmüş gibi gelir doğum günleri. Kişi için bir milat, her yıl yeniden kazanılan bir bilinç günü.

Bugün, benim, bundan yıllar önce her şeyi başlattığım gün. Her insan kendine bir doğum günü hediyesi verir, benimkiler biraz daha özel oluyor genelde. Radyoda kendime özel yayın yaptığım, dergide adıma yazılan akrostişi okurlarla paylaştığım olmuştu. Şimdi burada bugün ise, sizlerle vizyonu değil, en sevdiğim filmleri; gezmeniz gereken yerleri değil, en sevdiğim İstanbul köşesini paylaşacağım.

 

Herkesin hayatında ‘o film’ dediği bir film vardır diye düşünüyorum. Benimki kesinlikle Truman Show. İzlemediğinizi düşünmek istemiyorum ama oralarda bir yerlerde bu yazıyı okuyup bu filme şans vermemiş biri varsa bu bir işaret, gidip ilk fırsatta zaman ayırın lütfen. İçinde bulunduğum, eğitimini aldığım mesleğin bu meslek olmasının en önemli sebeplerinden biridir bu film. İlk izlediğimde o kadar etkilenmiştim ki, bu acımasız dünyanın içinde bulunmayı ne denli istediğimi anımsıyorum. Spoiler içersin istemiyorum bu yazı o yüzden kısaca filmi şu şekilde tarif edeyim; reality şov dünyasının gerçek yüzünü, televizyonun insandan üstün olduğunu, bazı değerlerin ya da yargıların parayla boy ölçüşemeyeceğini düşünen bir medyayla tanışacaksınız. Ki ne yazık ki bu yeni tanıştığınız medya, eskiden tanıdığınızdan çok daha gerçek.

 

Üzgün olduğunuzda, bir şey düşünmek istemediğinizde ve hatta bazen başka bir gezegene ışınlanıp orada bir gül yetiştirmek istediğinizde ne yapıyorsunuz? Ben ne yazık ki henüz Küçük Prens’e dönüşüp, gülümün varlığıyla iftihar duyabileceğim küçük bir gezegenden gelemediğim için açıp Breakfast at Tiffany’s izleyebiliyorum… Audrey’in bu filminde bir şey var, tarif edemiyorum ama bir buruk hüzün, bir kırık kalp var. Yarım kalmış bir hikaye, üzülmüş bir kız çocuğu var. İzlerken kendi derdini, tasasını unutturuyor insana. Anlayacağınız en’ler listesinde olmayı sonuna kadar hak ediyor işte.

 

Ters köşenim ölçüsünü tutturabilen senaryolardan çok keyif alıyorum. Vanilla Sky her izlediğimde beni hala içine hapseder. Almodovar’ın The Skin I Live In filmi de iyi örneklerden biridir. Shutter Island, Fight Club, Oldboy, Seven gibi bu işin hakkını veren filmlerin asını anmakta da fayda var.

 

Bu listede bir tane ‘gerçek’ film olmalıydı ama hangisi olsun bir türlü karar veremedim. Aslında ikiye kadar düşürdüm seçeneklerimi ya Kubrick’in Shining’i ya da Hitchcook’un The Birds’ünü yazacaktım. Sonra aniden Hitchcook demişken Vertigo geldi aklıma. E bi de, Welles’in Citizen Kane’i var. Kendi kendime Gone with the Wind’dan, It Happened One Night’tan, Casablanca’dan, Marilyn’in Some Like It Hot filminden bahsetmeden nasıl geçeceğimi de düşündüm. Anlayacağınız kategori kaliteli olunca seçim yapmam mümkün olmadı pek, siz de bu filmleri izlediyseniz ne demek istediğimin farkındasınızdır…

 

Bu listeye romantizm/dram filmi eklemediğimin çok farkındayım. Her ne kadar yakın çevremin beni tanımlamak için kullandığı kelimeler listesinde ‘romantik’ ilk sıralarda yer almasa da benden beklemeyecekleri bir şekilde romantizm ve aşk dolu filmlere çok zaman ayırıyorum. Bunun sebebi izlediğim bir filmin önüne geçebilecek ‘o’ filmi arıyor ancak bir türlü bulamıyor oluşum... Beni ilk izlediğimde günlerce dumur eden, bildiğim tüm romantik filmlere taş çıkaran, senaryosuyla beni paramparça eden bir film var. O filmi paylaşmak benim için ne kadar zor olsa da bu listede olması gerektiğine eminim: P.S I Love You. Olur da izledikten sonra birine yazma ihtiyacı duyarsanız, mail adresim ve sosyal medya hesaplarım her zaman ulaşımınıza açık, dertleşmelere hazırım…

 

Şimdi gelelim İstanbul’un yegane köşesine. Herkesin kaçamak bir köşesi vardır, bunaldıkça tek kalmak için, ara sokaklarında kendisini kimseler görmesin diye İstanbul’a rica eder, İstanbul’a sığınır. Ben tahmin edersiniz ki bu köşemi sizle paylaşamayacağım. Ama kaçabileceğiniz bir semt söyleyeceğim: Çukurcuma. Bu semt öyle bir semt ki, sokaklarında dolaşırken başka bir yerde, başka bir zamanda hissedeceksiniz. Bu sokakların çoğunu bir filmde, bir sahnede gördünüz. Her ara sokak başka bir müzeye, çeşmeye, hamama çıkacak. Ara sokaklarından çıkacağınız caddelerde başka bir yaşanmışlığa şahit olacaksınız. Ayrıca küçük bir tavsiye; eğer vakit ayırma lütfunda bulunursanız Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabının müzesi de burada. O yüzden kitabı okuyup bu müzeye de zaman ayırmanızı dilerim. Ancak okumadıysanız gitmeyin lütfen, çünkü benim yaşadığım o duygu yoğunluğunu anlamanız, yaşamanız ne yazık ki mümkün olmayacaktır; boşuna zaman kaybetmeyin…  

Son olarak, bugün sadece benim için özel değil elbet, dünyanın en güzel gününde doğunca doğum gününüzü 20 milyondan fazla insan daha kutluyor..

Dünya Fenerbahçeliler Günü’nüz kutlu olsun…