​AKSA TUFANI OPERASYONU'NUN, HENÜZ İKİ GÜN OLMUŞKEN, DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Cumartesi sabahı İsrail, daha sonra bol bol Yom Kippur hezimetini hatırlayacakları bir güne uyandılar ve tüm Ortadoğu gündemi Hamas'ın başlattığı Aksa Tufanı isimli operasyonu ile değişti.

Cumartesi sabahı İsrail, daha sonra bol bol Yom Kippur hezimetini hatırlayacakları bir güne uyandılar ve tüm Ortadoğu gündemi Hamas’ın başlattığı Aksa Tufanı isimli operasyonu ile değişti. Saldırılar, son derece kapsamlı, İsrail ve ABD istihbaratının yakalayamadığı bir gizlilikte planlanmış, İsrail’in ve de Netanyahu hükümetinin hâkim anlatısını değiştiren/alt üst eden sembolik anları sergilemeye odaklı yani iyi düşünülmüş izlenimi veren bir operasyon biçiminde gerçekleşti. Sırf bu yönü bile, yani taktik başarısının stratejik başarıya evrilmesi, ders niteliğinde ve çok tartışılır, üzerinde çok konuşulur kıvamda bir materyal sunuyor hepimize. Evet, elbette Aksa Tufanı ismi bile bu operasyonun bir cezalandırma eylemi olduğunu gösteriyor ve Netanyahu hükümetinin parçası, hükümeti destekleyen en radikal unsurların bir fetih eylemi biçiminde sergiledikleri, el Aksa provokasyonlarını cezalandırıyor. Keza operasyonun hedefleri arasında Gazze Şeridi yakınlarındaki kibbutz ve yerleşim yerlerinin de yer alması, yerleşimcilerin Hamas unsurları tarafından ablukaya alınması, buralarda asker-sivil insan kaybının olması ötesinde yerleşimcilerin yerinden edilmesi, esir alınıp Gazze’ye götürülmesi, kendisinden haber alınmayan bir nüfusun olması, tüm bunlar, Netanyahu hükümetinin köpürttüğü ve İsrail sağı tarafından taviz verilmez bir politika kategorisine yükseltilen işgal altındaki toprakların yerleşimciler eliyle ele geçirilmesi stratejisinin cezalandırılması.  

Hamas-İsrail tırmandırma/cezalandırma rutininin dışında bir operasyon

Gerçekte, saldırılar- sadece ilk iki günündeki taktik seviye başarısına odaklansak dahi- bugüne kadar alışılan İsrail-Hamas tırmandırma/cezalandırma pratiğinin çok ötesinde ve muhtemelen İsrail-Hamas ilişkilerinin sınırlarını radikal biçimde değiştirecek. Bu kanımızı pek çok belirsizliğin olduğu bir ortamda söylüyoruz, dolayısıyla geleceğe yönelik bazı belirsizlikler ortadan kalktıkça, bugün cevaplaması zor kimi sorular cevaplandıkça bu değişikliğin İsrail siyasetini ve ötesini nasıl etkilediğini de göreceğiz. Öncelikle başta da belirtiğimiz gibi Hamas’ın operasyonunun taktik düzey başarısı- İsrail’in zayıflığının ve devlet zafiyetinin ortaya dökülmesi ve Ortadoğu’nun en hazırlıklı ordusunun küçük bir örgüt olarak nitelendirdiği Hamas’ı İsrail toprağı olarak gördüğü alanın dışına iki gündür çıkaramamış olması-  o kadar fazla stratejik sonuç üretti ki İsrail basını doğal olarak İsrail devlet-toplum ilişkisi ile ilgili kısma odaklanıyor. Hamas’ın operatif kapasitesi ve niyetleri istihbarat ve siyasal elit tarafından yanlış okunduğunda İsrail siyaseti deyim yerindeyse iç savaşın kıyısındaydı. İsrail solunun militarize kültüre katkısı güçlü olduğundan yine de ulusal güvenlik mevzusu söz konusu olduğunda İsrail’in bir ve bütün olacağı umuluyordu. Ama siyasi kutuplaşmanın orduya tezahür ettiği ve bir kriz durumunda İsrail devletinin felç olabileceği ihtimali de dillendiriliyordu. Ayrıca Netanyahu hükümeti sağ bir koalisyon hükümeti ve sağın lider isimleri arasında kıyasıya bir bürokrasiye ve topluma hâkim olma yarışı olduğu biliniyor. Dolayısıyla Hamas’ın İsrail ile savaşa girmeye cesaret etmeyeceği yönünde değerlendirme yapıp, dikkatleri Hizbullah, Cenin’deki gruplar ve İslami Cihat gibi radikal gruplara kaydırırken İsrail devleti tarihindeki en güçlü, aklı selim anında değildi.  

Hamas yanlış değerlendirilmiş

Öte yandan Gazze’nin deniz yetki alanlarıyla ilgili pazarlıklar dahil, Gazze’nin hakları söz konusu olduğunda muhatap olarak Filistin Hükümetini yani Fetih’i almak, Kuzeyden gelebilecek Hizbullah tehdidini göz önüne taşıyıp, Batı Şeria üzerinden izlenilen güvenlikçi politikaları abartmak ve Gazze’yi duvarlarla çevrili vurulabilen bir hapishane halinde tutmak İsrail’in tercih ettiği bir politika ve bu politika içerisinde güçlü olmayan, temsil yeteneği -Filistin politikası parçalı olduğu için çok sınırlı- bir Hamas’a da yer var görünüyordu. Bu sadece Netanyahu’ya atfedebileceğimiz bir tercih değil ve İsrail siyasetinin günümüzdeki parçalı halinden bağımsız özellikle Müslüman Kardeşler ayağı zayıfladıktan sonra Hamas ile ilgili yapılan değerlendirmelerin, Hamas direnişine yüklenen “küçük direniş” anlamının yanlış olduğunu da gösteriyor. 

Bu yazı yazılırken Hizbullah’ın Hamas-İsrail savaşına katılmayı seçip seçmediği henüz belli değildi ve bu tür bir kararın Lübnan ve Suriye üzerinden bir İsrail-İran mücadelesine dönüşme ihtimali de yadsınmıyordu. Ayrıca Cenin’deki grupların ve Fetih’in nasıl tavır alacağı da henüz belirsizdi. Arap ülkeleri tarafları itidale çağıran bir dil kullandılar, kimi aktörler de toplumda İsrail’in Filistin politikalarının negatif yansımasını bildiklerinden ve Arap sokakları -hiç önemli olmasa da siyasetin doğası gereği önemli olduğundan- tırmanma sorumluluğunun İsrail'in izlediği radikal politikalarda olduğunu söylediler. Bu ülkeler, işin içine Hizbullah girerse, İsrail-İran tepişmesine iş dönüşürse ve Lübnan, Suriye- ki Suriye’nin kuzeyi ısınmıştı zaten- bu tepişme üzerinden yeniden kaynarsa nasıl bir tutum takınmayı seçerler ve İran-Arap ülkeleri normalleşme sürecini nereye taşırlar. Bu soruların cevapları bugünkü “savaşın” sınırlarını, uzunluğunu, yoğunluğunu ve maliyetini belirleme noktasında çok önemli olduğunu söylemeliyiz. 

Operasyonun taktik başarısı, stratejik amacı

Ancak bu soruların cevabından bağımsız, Hamas son eylemi ile- ki Lübnan ve Katar’daki siyasi kanadının da eylemi onayladığı anlaşılıyor- kendisini yeniden rafa kalkmış görünen Filistin sorunu ve direnişinin merkezine taşımıştır. Unutulmamalı, İsrail’in Arap ülkeleri ile normalleşme süreci- meşhur İbrahim Anlaşmaları- Filistin meselesinin rafa kalkmasında en önemli adımlardan biriydi. Zira, bu anlaşmaları yapan Arap ülkeleri Filistin meselesinde elbette yarım ağızla Arapların halkları, İsrail provokasyon ve orantısız eylemlerden kaçınsın gibi şeyler söylüyorlardı ya da gelecekte Filistin halkının yaşam koşullarını düzeltmekle ilgili bir umut yaratıyorlardı ama İsrail ile normalleşme konusunda Filistin meselesi üzerinden bir şart koşmuyorlardı. İsrail merkezli normalleşmelerin ve normalleşme müzakerelerinin (örneğin Suudi Arabistan ile giden sürecin) yeni normali bu olmuştu. Bölgeye 2021’den itibaren hâkim olan tansiyonu düşürme, kompartman siyaseti ve pragmatizm atmosferine de uygun bir tercihti bu. Ama İsrail’in bu tercihi allayıp pullamasının temel nedeni daha önce bölgede ortaya çıkan “toprak karşılığı barış” paradigmasını değiştirdiğini, anlaşmalarla ortaya çıkan “barış karşılığı barış” paradigması üzerinden güvenliğini Filistin meselesini bir yana koyarak sağladığını zannetmesiydi. Hamas, Arap/bölge siyaseti ne olursa olsun, ne kadar kompartımanlaşırsa kompartımanlaşsın İsrail’in Filistin meselesini paranteze alamayacağını, Filistin meselesi hallolmadan asla güvenli olamayacağını gösterdi. Bu mesaj, İsrail Gazze’de taş üzerine taş koymasa da değişmeyecektir. Peki normalleşmelerin geleceğini ne kadar etkiler bu durum. Bu sorunun cevabı da belirsiz zira anlaşmalarda ya da normalleşme atılımlarında tek motivasyon güvenliğin maksimizasyonu değildi. Başka kazanç beklentileri de, bölgesel güçler dengesi hesapları da özellikle İsrail’in muhataplarının zihnindeydi. Ama İsrail’in temel motivasyonunun güvenlik olduğunu, ABD’nin bölgede İran ile gerginliğin azaltılması politikasını Biden Yönetiminin “güvenlik” başlığı altında Tel Aviv’e sattığı da bir gerçek. İşte bu nokta da sorun var ve bu noktadaki sorun sadece İsrail’in değil ABD’nin de sorunu.

Sadece İsrail’in değil ABD’nin de başarısızlığı

ABD farklı yönetimler altında İran stratejisini belirlemeye çalışırken İsrail’in kontrolsüz bir tepki verip İran’ı güç sergilemeye itmesini de caydırmaya çalıştılar. Bunun için İsrail’in güvenliğini artıracak ödüller tasarlandı. Golan İsrail’e verildi, Lübnan-İsrail deniz yetki paylaşımı anlaşması kotarıldı, İsrail’in arada bir Suriye’yi vurması sağlandı-ki bunda Rusya’nın da payı var-, İsrail bazı Arap devletleri ile İbrahim Anlaşması imzaladı, Suudi Arabistan ile masaya oturdu, Riyad’ın arzusu nükleer iş birliği bizzat Washington-Suudi Arabistan pazarlığının parçası oldu filan. Tüm bunların sonunda ABD’nin güvenliğine değer verdiği müttefikinin güvenliğini aslında artıramadığı görüldü. Üstelik küresel bir güç ve Ortadoğu’nun yakın dönem işgalcisi olarak bir zamanlar dağın başındaki aşiretin 5. kuşağın adını bilmekle övünen ABD, Hamas’ın bu kadar kapsamlı bir operasyonun yapabileceğinden haberdar dahi değildi. Washington’un Ortadoğu’dan uzaklaştığını filan biliyorduk ama uzaklaşmasına rağmen vermeye çalıştığı imaj, sahanın kenarında hazırım ve ihtiyaç duyulduğu takdirde müttefiklerimle ilgilenirim ama bana ihtiyaç duyulmayacak bir zemin hazırlayalım imajı, yerle yeksan oldu. ABD açısından işin rahatsızlık veren bir boyutu da bu yerle yeksan olan imajın ABD’nin İran stratejisini (angajman, de-eskalasyon ve sınırlama) istikrarsız hale getirmesi. Washington’a göre bölgesel güç dengesini en çok etkileme kapasitesine sahip olanlardan bir kriz alanı İran’ın kapasite edinimini, iddialı politikalarını görünür hale getirmesi. İran’ın konvansiyonel, nükleer ve asimetrik güç artırımı bölgede huzursuzluk yaratıyor. ABD, yukarıda bahsettiğimiz normalleşme siyasetinin bizzat iticisi olarak Körfez ve İsrail’e güven telkin etmeye çalıştı. Bu arada İran ile angajman ve de-eskalasyon politikası sürdürerek bu güveni pekiştirebileceğini düşündü. Buna rağmen Washington’un İran’ı yatıştırma becerisinden emin olmayanlar vardı ki Riyad, İran ile Çin aracılığı ile barışıp kendini garanti altına alma ihtiyacı duymuştu. Şimdi ABD’nin güttüğü normalleşme pazarlıkları ve İbrahim anlaşmalarının temelinde bir boşluk oluşmuşken Riyad, bu işi Çin ile kotardığı için dua ediyor olmalı. ABD, aman Ortadoğu’ya Çin fazla girmesin, buralarda at koşturmasın derken Hamas’ın operatif kabiliyetleri ABD’nin çizmeye çalıştığı tabloyu siyaha boyadı. Üstelik Hamas saldırılarının çok kapsamlı, havadan, denizden, karadan, paramotorlardan füzelere farklı unsurlarla gerçekleştiği düşünüldüğünde kritik alt yapı güvenliği açısından hayal edilen koridor, kanal ve yolların güvenliği konusunda ABD yönetimine verdiği bir (ama vermek isteyip istemediğini bilmediğimiz) bir mesaj da var. Bu noktada Hamas’ın eylemi taktik-stratejik amaçlarının ötesinde tüm Ortadoğu için sonuçlar üretiyor. Bu yüzden şimdilik gerçekliği muğlak ama düşünülebilir senaryolar da dillendiriliyor.

Daha büyük stratejik bir amaç var mı? Bazı senaryolar…

Bu senaryolar babında en çok sorulan soru, ortaya çıkan tabloya sadece Hamas-İsrail özelinden değil yukarıdan baktığımızda kimin işine bu saldırılar yarıyor ve Ortadoğu’da ne amaçlanıyor. Burada Hamas’ın sergilediği operatif kabiliyetin çok etkileyici olduğu ve acaba kim gelecek olanı gördüğü halde engellemedi sorusu da sorulmak isteniyor. Olağan şüpheli elbette İran. Hem Hamas ile bağlantısı dolayısıyla (evet Hamas, Hizbullah değil ama kapasite inşasını bir yerden yapıyor ve Lübnan önemli bir güzergah bu açıdan), hem de saldırılar sonrası İsrail’in yenilebileceği kanıtlandı mealindeki açıklamalar dolayısıyla. Tabi İsrail’in İran’ı vurmakla tehdit ettiği günler çok geçmişte kalmadığından İsrail ordu, istihbarat ve siyaset sosyolojisinin sergilediği zafiyet İran’a, bu işte payı olsun olmasın, yukarıdan konuşma ve diş gösterme imkanı veriyor. İsrail-Arap dünyası normalleşmesinin sekteye uğrayacağı beklentisi de cabası. Riyad-Tel Aviv normalleşmesinin bir koşulunun Suudi Arabistan’a sağlanacak nükleer teknoloji olduğu düşünülürse, bu sektenin önemi de anlaşılabilir. Öte yandan bu resmi tersten okuyup İran’ın nükleer silahlanma ihtimaline karşı kontrollü bir İran-İsrail konvansiyonel tepişmesinin de zemininin hazırlandığını söyleyenler var. Tabi tepişmenin- İran’ı oyalamak ve sınırlandırmak işlevini yerine getirip getirmeyeceği, kontrollü olup olamayacağı soru işaretleri. Her iki durumda da ABD ve Batı’nın ilgisinin buraya dönmek zorunda kalacağını ve bu durumun Rusya’yı memnun edeceğini söyleyenler var ki yanılmıyorlar. ABD’nin hiç istemediği şeylerden biri Çin ve Rusya ile uğraşırken bir bölgede küçük bir mücadeleye duhul olmak. Avrupa’nın iradesiz ihtirası yüzünden Afrika’da başına açılacak belayı yeni savuşturmuştu. Ortadoğu’da İsrail odaklı bir krizin terörle mücadele retoriğinin ötesine geçmesi ABD’nin başına dert olur. Düne kadar olmayan enerjilerini Ukrayna’yı üye yapalım mı, Ermenistan’ı bağrımıza basalım mı diye harcayan Avrupalılar da İsrail merkezli siyasete döndüklerinden zemini başkalarına kaptırdıkları bu mecrada bakalım ne yapabilirler? Bu sorunun sorulması da Moskova’nın işine gelir, zira Batı için çözümsüz ve problem üreten bir cephe daha demek bu. Bu senaryoların hangisinin daha düşünülebilir hale geldiğini önümüzdeki günler gösterecek.