Yeni Birlik Gazetesi
İstanbul
Parçalı bulutlu
10°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
Ara

Anahtar Kelimeler (Ölüm)

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyânın en büyük mezarlıklarından biri vardır: Karacaahmet Mezarlığı. İçinden Kadıköy’ü Üsküdar’a bağlayan bir ana cadde ve daha nice yol geçirilip parçalanmasına rağmen hâlâ İstanbul’da şehrin içindeki en büyük ağaçlık alanların başında gelir. Bu açıdan bakıldığında koca bir servi ormanıdır Karacaahmet Mezarlığı.

Karacaahmet Mezarlığı’nın kuzey tarafında bir de bir hastane vardır: Zeynep Kâmil Hastanesi. İstanbul’un neredeyse yarısı bu hastanede dünyâya gelmiştir.

Karacaahmet Mezarlığı ile Zeynep Kâmil Hastanesi’ni Nuhkuyusu Caddesi ayırır. Yaşam ve ölüme hikmet gözüyle bakan ârif bir zat, bu caddeyi dünya hayâtına benzetip şöyle demişti: “Bu hastanede dünyâya geliyoruz. Caddenin karşısına geçip bu dünyâdan ayrılıyoruz.”

İstanbul’un İslâmî şehircilik anlayışıyla plânlanıp inşa edildiği dönemde, mezar ve mezarlıklar, Karacaahmet Mezarlığı gibi şehrin içindeydi. Mahalle câmisinin haziresinde o câmiyi yaptıran hayır sâhibinin mezarı ya da türbesi bulunurdu. İnsanlar günde beş defa ezanı duydukları, namazlarını kıldıkları câminin bânisinin mezarıyla her gün yüz yüze gelir, rûhuna Fâtiha okurdu. Çocuklar mezar taşlarının yanı başında oynardı. Kediler mezarların üstünde uyurdu. Ölüm, hayâtın bir parçasıydı; hayâtın içindeydi. Ölümden korkulmuyor, kaçılmıyordu. İnsan, ölümle yaşıyor, yaşarken ölüme hazırlanıyordu. Ölen kişi, yaşayanlardan çok uzaklaşmıyordu. Çocukların kaçan toplarını geri veremese de, belki mezar taşıyla oyunlarına katılıyordu. Bu ölümsüzlük değil de nedir?!

Ölümle yaşamın bu kadar, gece ile gündüz gibi iç içe olduğu bir hayat anlayışına sâhip insanların hayâtın gerçeklerini görmezden gelmek yerine onlarla yüzleşme güçleri vardır. İnsan için en kaçınılmaz gerçek olan ölümü bu kadar içselleştirebilen birinin her türlü baskıyla, korkuyla, gerginlikle başa çıkması şaşırtıcı olmaz. Baskıyla başa çıkmasının yanında kendisi de baskıcı olamaz, çünkü ölüm gibi en büyük hakikâti hiç unutmaz. Bu bilinç, Gündüz Vassaf’a göre, kişiye öznel, benzersiz ve yapaylıktan uzak bir özgürlük hissi verir:

“Temel olanı düşünmekten kaçınmak bizi psikolojik bakımdan öylesine totaliter bir yapıya sürükler ki, yaşamın ya da özgürlüğün niteliği açısından pek az önem taşıyan seçimler yapmakla ya da seçim hakkı için mücadele etmekle uğraşırız durmadan. Seçimin mekanik olarak uygulanması bize bir başarı, ilerleme ve özgürlük duygusu verir. Bu süreç, aynı zamanda, farkından bile olmadan vakit geçirmemizi kolaylaştırır. Böylece, zamanın akıp gitmesine karşı da bağışıklık kazanmış oluruz. Ölümsüz hissederiz kendimizi.”(1)

Ölüm, zamânın akıp gitmesine bağışıklık kazanıp onu fark edemez hâle gelmemizi engelleyerek, zamân ile birlikte mekân farkındalığını da veren bir işleve sâhiptir. Kendimizi ölümsüz zannetmek, birçok şeyi ve birçok mekânı önemsememe sonucunu doğururken, bizi hava durumuna, mevsimlerin değişmesine, güneşin doğup batmasına göre hareket eden diğer canlılarla aynı seviyeye indirir. Var olan diğer canlılardan en büyük farkı, var olduğunun bilincinde olan bir canlı olarak insan, ölüm gerçeğinin bilincinde olarak ve ölümsüz olmadığını bilerek bu bilinci eyleme dönüştürür. Bu insan için, zaman sâdece akıp gitmez; anbean, dakika dakika yaşanır. Hayat, ömür olur.

Mevlüdler

Mevlüd, kelime anlam olarak “doğum” demektir. “Vâlide” (doğum yapan, anne), “veled” ve “evlad” (doğan, çocuk), “tevellüd” (dünyâya gelme) kelimeleri aynı kökten gelir. Ama Türk-İslâm kültüründe ölünün ardından Yedi Mevlüdü, Kırk Mevlüdü, Elliiki Mevlüdü gibi ritüeller vardır. Bâzıları mevlüdlerin bid’at olduğunu iddia etmek gibi selefî bir tavır içine girseler de, bu mevlüdler, aynı zamanda ölen kişinin ardında bıraktığı kişilerin yalnız olmadıklarını gösterme vesilesidir. Yâni bu mevlüdler, bir insanın ölmesinin sâdece toprağa gömülmesi demek olmadığını, ölen kişinin yaşarken olduğu gibi, ölmüş olsa bile toplum içinde bir bağlayıcı, bir araya getirici rolü olduğunu gösterir. Biz doğan bebeğe de, ölen kişiye de mevlüd okuruz. Zira ölüm, diğer âhiret hayâtına doğmaktır.

Sıralı ölüm

Dilimizde “sıralı ölüm” diye bir ifâde vardır. Yaşı büyük olanların daha önce ölmesine vurgu yapan bir ifâdedir. Ama ölüm o kadar büyük bir gerçektir ki, kimin ne zaman öleceğinin hesâba, kitâba, ölçüye sokulamayacağını gösterir. Doğum, dokuz aylık bir sürecin sonucunda beklenen bir sonuçken, ölüm her an olabilir. Sırası, önceliği, sonralığı yoktur. Yaşadığımız her an, alıp verdiğimiz her nefes bizi ölümden uzaklaştırdığı ölçüde dünyevî hayâtın kucağına atar. Hesap kitap yaptırır, mal mülk edindirir. İnsan, “kefenin cebi yok” diye bilir ama mezarlıklardan ne kadar uzak olursa bu sözün anlamından da o kadar uzaklaşır. 

Âsûde bahar mevsimi

Yahyâ Kemâl Beyatlı “Rindlerin Ölümü” adlı şiirinde ölümü sürekli baharın hüküm sürdüğü bir ülkeye benzetir:

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

 

Ölünce hep cehennem ateşi ile korkutan anlayışın aksine, Yahya Kemâl’in temsil ettiği kültürde ölümün mekânı, serin serviler altıdır. Yahya Kemâl’in “serin” kelimesini bulmak için senelerce beklediği söylenen bu şiirde, bu kelime yerine “yeşil”, “uzun” gibi birçok kelime kullanması mümkünken, Yahya Kemâl ancak “serin” kelimesiyle mutmain olmuştur. Kültürel mimârimizde hem Elif harfine hem de minârelere benzetilen servi ağacı, Yahya Kemâl’in ontik bakışında karşımıza ölümün ferahlık hissedilen bir serinliğin sembolü olarak çıkar.

Öldükten sonra gidilecek yerin her dâim bahar yaşanan bir yer olduğuna inanmak, rindâne yâni maddî heves ve arzulara kapılmayan, şahsî çıkar peşinde koşmayan, riyâkâr davranmayan kişilerin erişebileceği bir seviyedir. Dünya hayâtını “İki kapılı bir handa gece gündüz gitmek” olarak özetleyen Âşık Veysel, “Lûtfunda hoş kahrında hoş” diyen Yûnus Emre, “Allah ile bir olma vaktidir” diyen Hasan Can’a “Sen bizi bu zamâna kadar kiminle bilirdin” cevâbını veren Yavuz Sultan Selim gibi yaşayanlar, öldüklerinde bahar ülkesine gideceklerine de iman etmişlerdir. 

Bu iman ile yaşayanların duygularına tercümanlık eden Necip Fâzıl da şöyle demiştir:

Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var.

Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var.

 

Ölüm var Ya Ömer!

Ölüm, öleceğimizin farkında olmak ve bunu hiç unutmamak âdeta yaşadığımızın her an, her nefes alıp verişte farkında olmakla eş anlamlıdır. Ölümün hayat içindeki önemi hakkında Hz. Ömer ile ilgili şu menkıbe anlatılır:

Hz. Ömer, kendisine ölümü hatırlatması için bir adama her gün belli miktarda para verirmiş. Bu adam, her gün Hz. Ömer’in yanına gelir “Ölüm var ya Ömer” der, parasını alır gidermiş. Belli bir zaman geçmiş. Adam yine bir gün gelmiş ve “Ölüm var ya Ömer” demiş. Hz. Ömer parayı vermiş ama adama artık gelip ölümü hatırlatmasına gerek kalmadığını söylemiş. Adam, Hz. Ömer için ölümün çok önemli olduğunu bildiğinden bunun sebebini sormuş. Hz. Ömer de şu cevâbı vermiş: “Bu sabah sakalımda birkaç tâne beyaz kıl gördüm. Artık ölümü onlar hatırlatacak”.

 

(1) Gündüz Vassaf (2016). Cehenneme Övgü. İletişim Yayınları. (s.138)

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *