Röportaj 22.03.2017 02:00 Güncelleme: 19.09.2017 16:52

SULTAN VAHİDETTİN'E: HALİFE OLARAK KAL PADİŞAHLIĞI BIRAK

SULTAN VAHİDETTİN'E: HALİFE OLARAK KAL PADİŞAHLIĞI BIRAK

Okan SARIKAYA - Aslı ÜSTÜNKAYA

“Sultan Vahidettin kapının önündeki aynalı mermer masanın üstüne yüzüğünü de bırakıyor, ‘Allahaısmarladık’ diyor, İngiliz gemisine biniyor. Başka gemi yok. Onun üzerine Şehzade Mecid Efendi’ye halifelik teklif ediliyor, Abdülmecid Efendi de halifeliği memnuniyet ile kabul ediyor.”

Resan İris, Cengiz Baransel’in Mustafa Kemal ile ilgili sözlerine, ‘idam edilsinler denmiş diye duymuştum’ diyerek devam ediyor: “İdam istemiş bir devlet büyüğü, Atatürk ‘hayır’ demiş. Ben bunu babamdan bizzat duyuyordum.”

 Prenses Zeynep, “Bir de böyle laflar çıkar ya, ortada dolaşır ağızdan ağıza. Belki böyle bir şey de olmuş olabilir.” diyor ve ekliyor:

Çünkü Atatürk (Allah rahmet eylesin) Sultan Vahidettin’e ilk evvela ‘Halife olarak kal, padişahlığı bırak’ diyor. Sultan Vahidettin de diyor ki; ‘Padişahsız halifelik olmaz.’ Kabul etmiyor, gidiyor.

Aman efendim kaçtı da kaçak da. İngiliz gemisine bindi de. Başka gemi yok ki, sandalla mı gitsin? İngiliz gemisi var sadece, İngiliz gemisine binip gidiyor.

“SİYASETE KARIŞMAYACAKSIN”

Sultan Vahidettin kapının önündeki aynalı mermer masanın üstüne yüzüğünü de bırakıyor, ‘Allahaısmarladık’ diyor, İngiliz gemisine biniyor. Başka gemi yok. Onun üzerine Şehzade Mecid Efendi’ye Atatürk halifeliği teklif ediyor, Abdülmecid Efendi de halifeliği memnuniyet ile kabul ediyor. Fakat diyor ki, ‘yalnız din ile uğraşacaksın, siyasete karışmayacaksın, hiçbir siyasi adamı kabul etmeyeceksin, hiçbir siyasi elçiyi, sefiri kabul etmeyeceksin, yalnız dinle uğraşacaksın. Dolmabahçe Sarayı’nda karın, çocuğunla otur ve dinden başka hiçbir şey ile uğraşma’ diyor. O cuma, halife samur kenarlı güzel büyük pelerini giyip beyaz atın üstüne çıkarak Topkapı Sarayı’na gidiyor. Bütün halk etrafında, ‘halifemiz, halifemiz’ diye. Atatürk bunu duyunca beğenmiyor. Derken dış sefirlerle görüşüyor, elçilerle görüşüyor, kattiyen Atatürk’ün dediğinin dışında hareket ediyor. Atatürk de bakıyor ki iki başlı bir devlet olamaz, ya o baş, ya öbür baş.

O zaman halifeye diyor ki, ‘kusura bakma sen bizim görüştüğümüzün, karar verdiğimizin tamamen dışında hareket ediyorsun. Onun için hadi güle güle’. 24 saat süre veriliyor. Bunlar 24 saatte neyi toplayacaklar, neye yetecekler, per perişan çıkıp gidiyorlar, hanımlara daha fazla vakit veriyor. Hanımlar da ne toparladılarsa toparlayıp çıkıp gidiyorlar. Yani bu biraz iki taraflı. Ben tamamen Atatürk’ü bu hususta suçlayamıyorum bir türlü. Halifeyi de suçluyorum, halife bilememiş.”

Baransel’e dönüyoruz kaldığımız yerden,”Siz Beyrut kolusunuz ailenin?”

“Annem Beyrut doğumlu. Dedem oraya gitmiş, anneannem ile birlikte. Annem gelmiş Naciye Sultan’ın yanına, ona ev açmış, kısa bir süre sonra babam ile evleniyor. Naciye Sultan’ın erkek kardeşi benim dedem. Şerafettin Efendi.

“Yakın tarih size doğru geliyor, belki notlar nakledilmiştir.” sorumuza Baransel’in cevabı, “Annem hakikaten hiç konuşmazdı.” oluyor.

Resan İris, “Hiç hikayeler falan anlatmaz mıydı?”

“Hiç anlatmazdı. O da belki babama saygısından, çünkü babam da tam cumhuriyetçi. Asker çocuğu. Amcam Genel Kurmay Başkanı. Yani babamın amcası Genel Kurmay Başkanı. Ona saygısından belki ortalık karışmasın diye..Biri tam cumhuriyetçi, biri Osmanlı. Kendi aralarında herhangi bir anlaşmazlık olmadı. Ama belki bu karşılıklı saygıdan. Rabia Hanım Sultan’ı çok severdi (Osman Efendi’nin halasının kızı, Refia Sultan’ın kızı). Caddebostan’da oturuyorlardı. Ona çok sık gidip gelirdik. Onu hatırlıyorum, çok sık görüşüyorlardı. Çamlıca’da büyük hala vardı, büyük bir köşkü vardı, ona giderdik, ben çok küçüktüm.

Prenses Zeynep: Zannediyorum Sultan Abdülhamid’in kızlarından birinin yeriydi orası. Çünkü sonra satıldı.

Arzu Enver Eroğan: Dedenin amcası (Cengiz Baransel’e) Abdülhamid. Dolayısıyla annem de, herkese hala-büyük hala diyebilir.

Resan İris: Babam.. Öyle, sürgüne gidenler çok daha farklı. O jenerasyon sarayda olmuş, sürgüne gitmişler. Çok ayrı terbiye almışlar. Babam bana ilkokula giderken, saygıdan herhalde, (ben neden olduğunu bilemedim), “kim olduğunu hiçbir zaman kimseye söylemeyeceksin” diye tembih etmişti. Sana da öyle.. 

Baransel: Aynen, asla korkudan değil. Tamamen saygı, halka saygı. Biz sizin üstünüzdeyiz, sultanız, beyzadeyiz, kralız vs..

Resan İris: Aynı kişiyiz, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan aynı bireyleriz gibi bir mantaliteyle. O zaman çocuğuz. Düşünemiyorum ki neden böyle söyleniyor diye.

“ATATÜRK ŞİİRLERİNE BAYILIYORDUM”

Ben kendim öyle bir korkuya kapılmıştım sakın kimseye söylemeyeceksin denince ben hiç kimseye söylemedim herkes gibi, fakat normal bir vatandaş gibi, çocuk gibi ilkokula başladım. Atatürk şiirleri, 10 Kasım şiirleri bayılıyordum. Özellikle bayrak tutmalar, cuma günü, hafta sonları, hafta başları sıra bana gelse. 5. sınıfa gelsem de şu bayrağı da ben tutsam diye. Ama bununla birlikte babam hiçbir zaman kötü konuşmazdı Atatürk hakkında, hiçbir zaman.

Babam şöyle derdi, ‘Evet çok büyük bir imparatorluk hüküm sürmüş 600 sene, fakat sonradan becerememişler, yapamamışlar ve batırmışlar.’ Çünkü makamlar, imparatorluklar, herşey gelip geçici. Kalıcı bir imparatorluk gördünüz mü siz hiç? Yok. O da çok büyük hüküm sürülmüş, çok büyük padişahlar gelmiş geçmiş, ama herşeyin bir sonu olduğu gibi onun da sonu olmuş. Ben babam öldüğü zaman konuşmaya başladım.

Konu yemeğe mutfağa geliyor. Özellikle Osmanlı..

 Prenses Zeynep: Bakın, dünya Fransız mutfağı, İtalyan mutfağını biliyor, işte Çin mutfağı. Ama Osmanlı mutfağı bilinmiyor. Neden? Biz tanıtamamışız. Ben New York’ta yaşıyorum, New York’ta Türk restoranlarını görüyorum, oturup ağlıyorum; kebapçı, dönerci vs.  Bizde kebap yoktu ki. Ne zamanki buradan Rumları, Ermenileri gönderdik, yok ettik, kebapçılar doldu buraya. O zamana kadar o Rum yemeklerinin keyfi, o İstanbul’un keyfi, buradaki Boğaz’daki Rum restoranlarının keyfi, bitti. Biz kendimizi hiçbir zaman doğru dürüst ne mutfağımızı ne tarihimizi, ne ne olduğumuzu ne kim olduğumuzu hiçbir zaman doğru anlatamadık. Bizim kültürümüzde bu ayıp sayılıyordu.

Resan İris: Evet aynen kendini anlatmak suç, kendini anlatmak ayıp.. 

Prenses Zeynep: Aklı başında, kendini bilir, ne yaptığını bilir, hakikaten böyle bir insanın mükemmel bir Türk restoranı açtığını New York’ta görmek istiyorum. Yani şık, güzel, bütün şıklığıya, bütün zarafetiyle bütün haşmetiyle Osmanlı Mutfağı…

Peki demokrasiyle ilişkisi açısından referans alabileceğiniz cümleler var mı? Yani demokrasiye bakış açıları açısından.

Prenses Zeynep: Sultan Abdülhamid döneminde. 500 küsür sene geçmiş, ondan sonra kız okulu açılmış, birazıcık geç. Yani matbaa geliyor bize 200 sene sonra. Rönesans, reform diye bişey oluyor, Avrupa’da bir endüstri reformu oluyor. Bir merak et, kendin gitmiyorsan, koltuğunda oturuyorsan, padişah şehzadelerini yolla, gidin bir bakın, öğrenin.

Soruyoruz: Tek oturan şey Fetih ekonomisi sanki. Yani algıladığımız. Topraklar sömürge ama biliyorsunuz işte İngiltere’nin o tarihlerde yaptığını sonra İngiltere endüstriyel devrimle onu dönüştürmüş.

Prenses Zeynep: Osmanlı onu da becerememiş, sömürgeciliği bile becerememiş, sömüremediği gibi develer yüküyle altın yollamış Araplara.

Baransel: Köprüler, yollar Avrupa’ya..

Prenses Zeynep: Sömürmek şurada kalsın, kendinden vermiş.

“PADİŞAHI ÇOK GÜÇLÜ SANIYORSUNUZ AMA DEĞİL” 

Arzu Enver Erdoğan araya girerek, “Şartları da göz ardı etmemek lazım. Bugünden baktığımız zaman, her zaman bu yanlışlığı yapıyoruz. Allah Allah, ne hayalperestler… Değil ama işte. Padişahı çok güçlü sanıyorsunuz ama değil. İndiriliyor tahtından.

Prenses Zeynep: Padişahın güçsüzlüğü şurdan kaynaklanıyor. Padişah, her ne sebeptense bilemiyorum, hangi akla hizmet Şeyhülislam’a beni ‘hal’ (tahttan indirmek) edebilirsin yetkisini, hakkını veriyor. Padişah.. Böyle bir şeyi düşünebilir misiniz? ‘Hal’ etmek, indirmek. Yetki kimde? Şeyhülislam’ın iki dudağının arasında. 

Arzu Enver Eroğan: Bence dine çok saygı var ya hilafet falan ondan.

Prenses Zeynep: Onu pek bilemeyeceğim ama, bu ‘hal’ edilebilme imkanı padişahın biraz elini kolunu bağlıyor. Padişah olmuş, halife, bir kere bile Mekke’ye Medine’ye gitmiyorlar, bir kere bile hac yapmıyorlar. Gidemiyorlar.. Tahtlarından korkuyorlar.

Arzu Enver Eroğan: Risk almak istemiyorlar. Yeniçerisi geliyor başlarına bela, kazan kaldıranı, şusu busu..

Eğitimlerine baktığınız zaman hepsi Avrupa eğitimi almışlar.

Sohbetin başına yetişemeyen Ali Suat Ürgüplü aramıza katılıyor. Nefes nefese gelişi ve İstanbul’un trafik keşmekeşi içinde ancak dahil olabiliyor aramıza..

Arzu Enver Eroğan kısaca tanıtıyor: Ali Suat Ürgüplü, Fazile Sultan’ın oğlu, bizim kıymetli akademisyenimiz. Müthiş bir kitap yazdı. Büyükbabası da Şeyhülislam Ürgüplü. Dolayısıyla o da iki taraf. Şeyhülislamları çekiştiriyorduk. (Gülüşmeler)

Ürgüplü kendi de gülümseyerek, “Büyük dedem, Şeyhülislam olan dedem büyük amcamın yani Sultah Abdülhamid’i tahtan indiren Mustafa Hayri Efendi. Fiilen gidip, Sultan Abdülhamid’e tahtan indirildiğini söyleyenler 4-5 kişi, onlardan biri değil ama…”

Büyük bir resimden söz ediyoruz, Ermeniler, Museviler vs.

Zeynep Tarzi Osman cevap veiryor: Bir tek Müslüman Türk var, gerisi ekalliyet.

Ürgüplü devam ediyor anlatmaya: Sultan Abdülhamid yazmış hatta, ‘bana bir tane Müslüman Türk gönderemediler’ diye. Biri Arnavut, biri Ermeni, biri bilmem ne…

Zeynep Tarzi Osman:. Biri Rum, biri Yahudi..

Ürgüplü yazdığı kitaptan bahsediyor, ‘31 Mart vakasının akabinde. Toplanıyorlar ve kararı veriyorlar. Orada bir takım dolaplarda dönüyor, benim kitapta da var.’Ürgüplü ile sohbetimiz biraz bugüne ve eğitime geliyor. Osmanlıca bilgisinden söz ediyoruz. Çocukken kendi kendine öğrendiğini ve zorluklarını anlatıyor. Sonrasında üniversitede “oriental studies” okuduğu ve doçentliğe başvurduğunu anlatıyor..

‘Ben Oxford’da okudum. Ondan sonra Domberg Almanya’da.’ diyor ve ekliyor:

‘Denklik işlerimle uğraşıyorum. Eğer 19. asır Rus Edebiyatı okumadıysanız sadece Türkiye’de olduğunu zannettiğiniz şeylerle uğraşıyorsunuz. Almancada bir laf var, bir Alman 90 yaşında, bir kaç sene oluyor vefat edeli, doktoralı bir gazeteci, Absurdistan diye. İlk evvela Türkiye için söylememiş, Rusya için söylemiş, ben duyalı 15 sene olmuştur. Değişik kontekslerde kullanmış, Almanya’da şu sırada sözlüğe girme aşamasında bir kelime.

 Hem aileden hem akademisyen bulmuşken.. Neydi, bir tane arkeolog gönderiyor Abdülhamid..

Ürgüplü cevaplıyor: Kılıç hikayesi. Sultan Abdülhamid de yani Allah rahmet eylesin, bir kitap ve bir kılıç çıkıyor bir yerlerden. Ondan sonra galiba bunu kendisine Hz. Süleyman’ın kılıcı falan diye takdim ediyorlar. Abdülhamid’te alıyor kılıcı bedestene gönderiyor. Bakıyorlar bedestende. Bu eski değil eskitilmiş bir kılıç. (Gülüşmeler)

 Görevlendirdiği adam..

Zeynep Tarzi Osman araya giriyor: Casus.. Büyük casus. O da casus olduğunu biliyor. Ve gayet güzel onu kullanıyor.

Yarın: Abdülhamid çok yanlış anlaşılmış