Hem kişisel seviyede psikolojik olarak, hem de toplumsal seviyede sosyolojik olarak büyük bir yorgunluk içindeyiz.
Hem kişisel seviyede psikolojik olarak, hem de toplumsal seviyede sosyolojik olarak büyük bir yorgunluk içindeyiz. Daha doğrusu bizi yoran yüklerin altındayız. Diğer bir ifâde ile bizi çok yönlü olarak yoran şeylerin etkisini mâruz kalıyoruz. Ne yazık ki bu etkilere vermemiz gereken tepki de ya çok zayıf ya da yanlış şekilde oluyor. Bu zayıf veya yanlış tepki sebebiyle yorgunluktan kurtulmak bir tarafa daha da yoruluyoruz.
Bu yorgunluğu birçok çeşidi var. Din yorgunu, siyâset yorgunu, iktisât (ekonomi) yorgunu, eğitim yorgunu, eğlence yorgunu, çevre yorgunu, beslenme yorgunu, kariyer (meslek) yorgunu, medya yorgunu, teknoloji yorgunu ve daha nice yorgunluk türünü yaşıyoruz. O kadar ki, neredeyse bir yorgunluğumuzu atmak isterken kendimizi başka bir yorgunluğun kucağında buluyoruz. Bir ilacın yan etkisini gidermek için ikinci bir ilaç kullanmak ve onun yan etkisine karşı üçüncü bir ilaç kullanmak gibi bir kısır döngünün içine düşüyoruz.
Bence bu yorgunluklar içinde en bâriz ve kalıcı etkisi olan yorgunluk türü, din yorgunluğudur. Belirtmek gerekir ki, yukarıda saydığım yorgunluk türlerinin farkına varmama sebep olan da “din yorgunluğu” kavramıdır.
Din yorgunu
“Din yorgunu” kavramının sâhibi Necdet Subaşı Hoca’dır. Bu kavramı daha sonra Ayşe Böhürler de Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde 30 Eylül 2017 târihli ve “Din Yorgunu Gençler” başlıklı yazısında ele almıştır. Ayşe Böhürler konuya gençler özelinde baksa da, aslında mesele daha geniştir ve toplumun her yaş grubunu ilgilendirmektedir. Ayşe Böğürler’in gençler üzerinden bakarak vurguladığı gibi bu yorgunluğun sebebi, birilerinin birilerini olması gerekenden ibâret bir kalıba sokma uğraşısıdır. Buna “gayret” yerine kasten “uğraş” diyorum. Bunun sebebi en azından şahsî olarak “gayret” kelimesinin müspet bir mânâ dünyasına âit olduğunu düşünmemdir. “Uğraş” kavramı ise olumsuz yönü ağır basan hatta biraz “didinme” veya “debelenme” gibi kavramlarla daha net anlatacağımız menfi bir karşılığı olmasıdır.
Din yorgunluğu aslında, birilerinin – kötü niyetli olmasa da – boşu boşuna didinmesi sebebiyle en çok gençlerde tespit edilen bir yorgunluktur. Yakın geçmişin ideolojik yorgunluğu son yirmi otuz yıl içinde din yorgunluğuna dönüşmüştür. Cemil Meriç’in harika tanımlamasıyla “birer deli gömleği olan ideolojiler” nasıl bir kalıplaştırma aracı olarak kullanıldıysa, günümüzde de din de benzer bir aparat olarak kullanılmaktadır. Elbette din yorgunluğu ve din ile yorma, ideolojik kamplaşmalar sebebiyle – ve de darbe şartlarını uygun hâle getirmek için – kan dökülecek kadar ileri gitmemiştir ve gitmeyecektir. Ancak bu yorgunluk, kan kaydeden vücûdun takâdini yitirmesi gibi, toplumun enerjisini emmektedir.
Hani “Le küm dini küm…” idi
Bu din yorgunluğunun bizim toplumumuz özelindeki adı “İslâmiyet”tir. Nazarî olarak âyetle, amelî olarak da sünnetle aksi sâbit olmasına rağmen, geniş sınırlar içinde inananlarına engin bir manevra alanı sunan dinimiz, maalesef bir yorgunluk aracı olarak etiketlenmektedir. Bunun da müsebbibi o dinin inananları olarak Müslümanlar olmaktadır.
“Senin dinin sana, benim dinim bana” deyip ama “mesele bu dinse, hep bana” tavrını sergileyen kesimler, kimi yakalarlarsa kendilerine benzetmeye çalışıp, benzemeyeni tekfir edip” ateist” ve “din karşıtı” gibi yaftaları kullanmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu tavırda olanların en ılımlıları, kendileri gibi olmayanları “laik”, “seküler” ya da “dünyevî” olarak nitelendirmeyi sanki bir farz-i kifâye olarak görüyorlar.
Kullanım kılavuzuna bakarsanız ilk defa çalıştırması en az yarım saat süren çamaşır veya bulaşık makinalarını aslında sâdece fişi takıp düşmeyi çevirerek çalıştırdığımız anladığımızda o kullanım kılavuzlarının varlık sebepleri de ortadan kalktığı gibi, güncel şartları ve devrin getirdiği sorunları dikkate almadan, yüzlerce yıl önce verilen fetvalarla bugün yol göstermeye çalışmak da anlamsızlaşmaktadır. Bunun yanlış yöne adres târifi yapmaktan hiçbir farkı yoktur.
Küçük çocukları karanlıkla korkutmak gibi, yapılan bu yanlış adres târifleri, bir çıkış yolu arayanları daha da derin bir çıkmaza itmektedir. Şahsiyet sâhibi olarak kendi kararlarının sorumluluğunu almak yerine, birilerinin yönlendirmesine, hazır dikim kimliklere tevessül etme eğilimindeki çoğunluk kitle, maalesef kendi parasıyla rezil olan tâtil veya havayolu mağdurları gibi kimlik bunalımı yaşamaktadır.
İslâm’ı hayâtı sâdece kısıtlayan ve yasaklar koyan bir inanç sistemi olarak yansıtan anlayış, misâfire her şeyden önce “aç mısın?” diye sorun Anadolu irfanının en basit seviyedeki yaklaşımından bile uzaktır. Öze inmeden, daha doğrusu öze inme cesâretini göstermeden, bir soruna yüzeysel ve toptancı bir gözle bakan bu sığ yaklaşım, kendine özgü şartlara göre oluşturulmuş çözümleri, sanki o an ortaya çıkartılmış gibi, pişkin bir tavırla savunmaktadır.
Kaş yaparken göz çıkarmak
Kur’ân-ı Kerim’in zamanlar üstü bir mesaj olmasını yanlış anlayıp, o mesajı baz alarak asırlar önce oluşturulan çözümleri güncellemeden, yeniden yorumlamadan kopyala-yapıştır yapılmaktadır. Bu da hep aynı şeyleri dinleyip bıkmak gibi, İslâm üzerinden sunulan çözümlere karşı bir yorgunluk ve bıkkınlık oluşturmaktadır. Her öğün ısıtılıp sofraya konan temcit pilavı gibi, her sorun için sâbit bir çözümü sunmak, kaş yaparken göz çıkarmaktır.
Kavramı arabeskleştirmek
İşin bir diğer tarafı ise din yorgunu kavramının popüler yapılıp anlam kaybına uğratılmasıdır. Bu kavram o kadar benimsendi ve işe yaradı ki, din ve toplum hakkında söz söyleyen, kalem oynatan hemen her isim bu kavramı iki lafın başında kullanır oldu. Bu yapılırken din arabeskleştirilmektedir. Yâni uygulama olmadan teorik olarak kullanılıyor. Tatbik etmeden irşad yapılıyor. Tatbik edilen şeyler de din zannedilen yüzeysel, dekoratif, kozmetik şeylerden oluşuyor. Mazruf ihmâl edilip, pas geçilip zarfa önem veriliyor.
Çözüm – Ol mâhiler ki…
Çözüm yolu elbette İslâm’ı güncel hayattan çıkarmak ve Müslümanlığı yok bilmek değildir. İslâm esasları güncel durumlara göre ele alınmadığı için sosyal hayat, otların büyüdüğü ve çalıların sardığı bir çiçek bahçesine dönmüş durumdadır. Farzlar görülmeden, sünnet güncellenmeden menkıbelerin esas zannedildiği bir Müslümanlık, her kanalda karşımıza çıkan reklam gibi can sıkıyor ve bıkkınlık yaratıyor.
Dîvan şâiri Hayâlî’nın bir söz vardır: “Ol mâhiler ki derya içredir deryâyı bilmezler”. Yâni denizdeki balıklar, denizi bilmez. Bu söz, her yorgunluk türü için geçerlidir. Her konuda, her an ve herkesten o kadar “din vurgusu” oluyor ki, dinin ne olduğunu bilemez hâle geldik.
Elbette bu kavram işlevini yerine getirdi ve kendi fikirlerine “dinî emir” kisvesi giydirenler, ayaklarını gaz pedalından geçmek zorunda kaldı. Yanlış tavrın adı konmuş, teşhisi yapılmış ve tedavisinin önü açılmıştı. Bu yönde de kısa zamanda az da olsa kıymetli mesâfe alındı. Bu kavram sâyesinde bir “öz-kontrol” mekanizması devreye girmiş oldu ve bu kişiler “acaba bu söylediklerim karşımdaki din yorgunluğuna iter mi?” sorunu kulaklarına küpe yaptılar.