​TARİHİN CİHANGİR PADİŞAHI: YAVUZ SULTAN I. SELİM HAN

Dr. Öğr. Enes DEMİR
Tüm Yazıları
Yavuz Sultan Selim, babası II. Bayezid'in Amasya'da şehzade olarak görev yaptığı sırada 1470 senesinde doğmuştur.

Yavuz Sultan Selim, babası II. Bayezid’in Amasya’da şehzade olarak görev yaptığı sırada 1470 senesinde doğmuştur. Annesi, Dulkadıroğlu Beyi Alaüddevle’nin kızı Ayşe Gülbahar Hatun’dur.

1480 senesinde dedesi Fatih Sultan Mehmed’in isteği üzerine diğer 5 kardeşi ile birlikte İstanbul’a gitmiş ve burada kendisi ile görüşmüştür. 1481 yılında dedesinin vefatı üzerine babası Sultan II. Bayezid’in tahta çıkmasıyla birlikte Şehzade Selim’in yaşamı İstanbul’da devam etmiştir. İstanbul’da bir müddet devlet tecrübesi kazandıktan sonra 1487 yılında Trabzon Sancakbeyi olarak tayin edilmiştir. Trabzon valiliği döneminde, tahminen 1494 yılında Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı Ayşe Hafza Sultan ile evlenmiştir.

Sultan Selim’in 23 yıl sürecek Trabzon valiliği, idari, siyasi, askeri alanda büyük bir tecrübe kazanmasına vesile teşkil etmiştir. Onun burada iken imar faaliyetlerine önem verdiği, halka hizmet etmeyi kendine görev addettiği ve devletin Doğu sınırlarını korumak için tüm gelişmeleri anlık takip ettiği görülmektedir. 

Bu bağlamda Osmanlı sınırlarına tecavüz eden Gürcüler üzerine üç sefer yapan Şehzade Selim’in en meşhuru harekâtı 1508 Kütayis Seferi’dir. Bu seferlerde bugün Türkiye toprakları içinde bulunan Kars, Erzurum, Artvin illeri ile 15 civarı ilçeyi fethederek Osmanlı sınırlarına dahil etmiştir. Buralarda yaşayan Gürcülerin onun adil idaresine hayran kalarak Müslüman olduğu ifade edilmektedir. 

Şehzade Selim, özellikle 1507 yılından itibaren Doğu’dan Osmanlı Devleti’ni tehdit etmeye başlayan Şah İsmail liderliğindeki Safevîlerin faaliyetlerini yakından gözlemlemekte ve sürekli payitahta bilgiler yollamaktaydı. Nitekim Safevîlerin askeri harekâtlarına karşı kendi emrindeki askerler ile sefere çıkan Selim Han, Safevî kuvvetlerini perişan etmiştir. Bunun üzerine Şah İsmail, Bayezid Han’a bir nâme göndererek yaptıklarından özür dilemiş ve şehzade Selim’den ise adeta dert yanmıştır.

  Şah İsmail’in samimi gözüken mektubuna rağmen Anadolu’ya gönderdiği müritleri vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ni içten yıkma hamlesi, Şehzade Selim’in gazabını daha fazla çekmiş ve bu konuda babasını aktif bir icraat yapmaya davet etmiştir.

Bu sıralarda Amasya’da bulunan ağabeyi Şehzade Ahmed’in Şah İsmail’in faaliyetlerine karşı pasif kalması ve Şahkulu isyanında mağlup olması, Yavuz Sultan Selim’in asker arasındaki karizmasını arttırmıştır. 

Devlet bu gaile uğraşırken bir yandan ise Sultan II. Bayezid’in yaşının ilerlemesinden mütevellid tahta hangi oğlunun geçeceği meselesi gündeme gelmiştir. Sultan II. Bayezid’in, tıpkı Sultan II. Murad’ın tahtını oğluna bırakması gibi, tahtından feragat ederek oğlu Şehzade Ahmed’i yerine geçirmeyi düşündüğü şayiaları ortaya çıkmıştır. Bu sırada Sultan II. Bayezid’in oğullarından Şehzade Ahmed Amasya’da, Şehzade Korkut Manisa’da, Şehzade Selim ise Trabzon’da valilik görevinde bulunuyordu.

Ortaya çıkan tabloda, II. Bayezid Han’ın vezirleri Şehzade Ahmed’in padişah olmasını istiyorlardı. Zira Şehzade Ahmed padişah olursa yine vezir olabileceklerini, azledilmeyeceklerini düşünüyorlardı. Padişah’ın meyli de, yaşının büyüklüğü sebebiyle şehzade Ahmed’e idi. Bu sırada Şehzade Selim, kayınpederi olan Kırım Hanı’nın yanına gitmiş ve bir bakıma, merkezdeki devlet adamlarının taht hamlesine kendi başına cevap vermişti.

Şehzade Selim sonrasında Rumeli’ye geçmiş ve buradan Vidin’e gelmiştir. Sultan II. Bayezid ise etrafındakilerin tesiri ile oğlunun üzerine askeri bir harekâta çıkmıştır. İki ordu karşılaşmışsa da; savaş vuku bulmamış ve padişah tarafından Şehzade Selim’e bir nasihatçi gönderilmiştir. 

Şehzade Selim ise gelen nasihatçiye cevaben amacının Safevî tehlikesinin ortadan kaldırılarak Müslümanların haklarının korunması ve babasının kimseyi veliaht ilan etmemesi olduğunu bildirmiş; ayrıca kendisine Rumeli’de bir sancak verilmesini teklif etmiştir. Bunun üzerine Sultan II. Bayezid tarafından kendisine Semendire Sancağı verilmiş ve veliaht tayin etmeyeceğini bildiren bir ahidnâme yayınlamıştır.

Bu arada gelişen olaylar karşısında Şehzade Ahmed taraftarı vezirler, Şehzade Ahmed’e acele İstanbul’a gelmesi için haber göndermişlerdir. Nitekim Şehzade Ahmed Maltepe’ye kadar geldi ise de Yeniçeriler, onun İstanbul’a girmesini istememişlerdir. (Bu sırada Şehzade Korkut’ta İstanbul’da bulunuyordu. Yeniçeriler, kendisine saygı duyduklarını, fakat kardeşi Selim’i tahta layık gördüklerini şehzadeye ifade etmişlerdir.)

Bu olay Şehzade Selim’e hayran olan askeri birliklere adeta bir fırsat vermiş ve onun lehine gösteriler düzenlenmesine sebep olmuştur. İşlerin çığırından çıkarak tehlikeli bir hal alabileceğini öngören II. Bayezid Han, oğlu Selim’i İstanbul’a davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Şehzade Selim, bu davet üzerine 1512 yılı Nisan ayı sonlarında İstanbul’a gelerek babası ile görüşmüş ve taht kendisine teslim edilmiştir. 

Sultan Selim’in tahta geçmesi, Osmanlı ve Türk tarihi açısından bir dönüm noktası olmuş ve kısa süreli saltanatı, en parlak fetihlerin ve devirlerin başladığını göstermiştir. Onun tahta geçmesini bir askeri darbe olarak nitelendiren tarihçiler olsa da; bu pek de doğru değildir. Bilakis olayların başlangıcı, onun taht hakkını gasp etmeye yönelikken o bu durumda dahi babasını tahttan indirmeyi düşünmemiş; sadece hakkını korumak istemiştir. Nitekim onun herhangi bir veliaht ilan edilmemesini istemesi de bunun bir göstergesidir. Sonrasında vezirlerin, ağabeyi Şehzade Ahmed’i tahta geçirmek için yaptığı yeni çabalar, askerin onun yanında yer almasına neden olmuş ve gelişmelerin daha da kötüleşip devleti zora sokmasından endişelenen Sultan II. Bayezid, şartlar gereği tahtı ona terk etmeye karar vermiştir.

Yavuz Sultan Selim, tahta geçtikten sonra yaklaşık 1 yıl ağabeyi Şehzade Ahmed’in isyanı ile uğraşmıştır. Nihayetinde evvela Şehzade Ahmed’i ve ardından Şehzade Korkut’u yakalatmış ve cezalandırarak devlet içerisindeki birlik ve otoriteyi tesis etmiştir.

Sultan I. Selim Han’ın tahta çıkışından sonraki en önemli hedefi, şehzadeliği döneminden beri mücadele ettiği ve devleti büyük bir tehdide maruz bırakan Safevîler olmuştur. Bu bağlamda 1514 yılında İran Seferine niyetlenilmiştir. Sefer öncesi Şah İsmail’in İslâm’a ve Osmanlı Devleti’ne verdiği zarar ve Ehl-i Sünnete yaptığı saldırıları belirterek; ulemadan sefer fetvası istemiştir. Devrin önemli âlimlerinden Ahmed İbni Kemal Paşa, Zenbilli Ali Cemali Efendi,  Muhammed bin Ömer, Nureddin Hamza ve daha pek çok âlim böyle bir cihadın farz olduğuna, Şah İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dair fetva vermişlerdir.

 Sefer fetvası üzerine Yavuz Sultan Selim hazırlıklarını tamamlamış ve 20 Nisan 1514’de Üsküdar’a geçerek İran seferine çıkmıştır. Yolda Şah İsmail’e bir mektup da göndererek üzerine yürüdüğünü resmen bildirmiştir. 

Sultan Selim’in emrindeki Osmanlı Ordusu’nun yolda katılan askerler ile birlikte 120.000-130.000’e yaklaştığı görülmektedir. Ordu, Doğu’ya yaklaştığı sırada kıtlık belirtileri baş göstermiş ve geri dönülmesine dair sesler yükselmiştir. Sultan Selim’in kararlı tutumu ve ordusuna yaptığı etkili hitap ile gösterdiği liderlik sayesinde, sefere devam edilmiştir.

Nitekim Osmanlı Ordusu 22 Ağustos’ta Çaldıran Ovası’na ulaşmış ve burada Safevî Ordusu ile karşılaşmıştır. 23 Ağustos 1514 günü cereyan eden muharebede, Osmanlı Ordusu, kesin bir zafer kazanmıştır. Şah İsmail, tahtını, hazinesini ve hanımını savaş meydanında bırakarak terk etmiş ve tüm bunlar Sultan Selim’in eline geçmiştir.

Sultan Selim Han, Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’i fethetmiş ve ardından Amasya’ya dönmüştür. Padişahın gayesi, burada kışlamak ve baharın gelmesi ile birlikte Safevîler üzerine yeni ve kesin sonuç alıcı bir sefer düzenlemekti.  

Nitekim kışı Amasya’da geçiren Sultan Selim, Yeniçerilerin İstanbul’a dönülmesi yönündeki itirazları ile yeniden karşılaşmıştı. Bu vaziyet, ordu içindeki bazı iş birlikçi zümrelerin de kışkırtması ile Şah İsmail’in bertaraf edilerek İran’ın tamamen fethini engellemeye yönelikti. Bunun üzerine Sultan Selim, bu ordu ile kati bir sonuç almanın mümkün olmayacağını anlamış ve harekâtında taktik bir değişikliğe gitmiştir.

Öyle ki, 1515 yılı baharında kendisi Kemah, Erzincan, Bayburt bölgesini ele geçirmiş, Şehsuvaroğlu Ali Bey’i de Dulkadir Beyliği üzerine sefere yollayarak tüm bu bölgeleri ele geçirmiştir. Böylece Safevîlerin, saldırması muhtemel etki alanları ile kontrolünde bulunan bazı topraklar Osmanlı idaresine alınmıştır.

Yine Safevîlerin göz diktiği bir şehir olan Diyarbakır’ın fethi de, Yavuz Sultan Selim dâhiyane stratejisi ile gerçekleşmiştir. Meşhur âlim İdris-i Bitlisî vasıtasıyla bu şehri sulh yoluyla almaya başaran padişah, yine bu vesile ile Siirt, Bitlis, Cizre, Urmiye, vs. bölgedeki Kürt beylerini, Osmanlı Devleti’ne bağlamıştır. 

Sultan I. Selim, Safevîlere karşı ikinci bir sefere çıkmasa da, birçok toprağı Osmanlı sınırlarına alarak 1515 Temmuzunda İstanbul’a dönmüş ve yeni sefer hazırlıklarına başlamıştır. Bu kapsamda Yeniçeri Ocağında sefer sırasında çıkartılan sorunları yok etmek için ıslahat yapmış ve sorun çıkartanları cezalandırmıştır.

Yavuz Sultan Selim, bu sırada yeni bir İran seferi üzerine plan da kurmaktaydı. Fakat Osmanlı Devleti’nin 1514-1515 sırasında Doğu ve Güney bölgesindeki birçok yeri ele geçirmesi, Memluk Sultanı Gavri’yi endişeye sürüklemiş ve Şah İsmail ile Osmanlı’ya karşı ittifak kurmasına vesile olmuştur. 

Sultan Selim Han, istihbarat teşkilâtı vasıtasıyla Şah İsmail Kansu Gavri ittifakını haber alınca sefer hazırlıklarını hızlandırmış ve Safevîler üzerine ilk olarak 1516’da sadrazam Sinan Paşa’yı 40.000 kişilik bir kuvvetle göndermiştir. Plana göre Sinan Paşa, Diyarbakır’da padişahı bekleyecekti. Nitekim Sinan Paşa ordu ile Maraş’a gelmiş ve Maraş’tan Diyarbakır’a gidebilmesi için Memlûklü idaresinde bulunan Malatya’dan geçmek için izin istemiştir. Memlûklü sultanı Kansu Gavri buna izin vermediği gibi, tehditkâr bir hamle yaparak 50.000 kişilik bir ordu ile Kahire’den Şam’a gelmiştir. 

Vaziyeti haber alan Yavuz Sultan Selim Han, ulemadan; Müslümanlara işkence ve eziyet edip Eshâb-ı Kirama ve Ehl-i Sünnet âlimlerine hakaret edip kötüleyenlere karşı sefere giderken, buna mâni olmak isteyen Müslüman bir devlete karşı girişileceği seferin meşruluğuna dâir fetva istemiştir. 

Ulemanın sefer yönündeki olumlu fetvasına rağmen padişah, evvela Memluk Sultanına bir elçi göndermiştir. Fakat Osmanlı elçisi, Halep’te hakarete uğramış ve hapsedilmiştir. Bunun üzerine padişah, 1516 yılı Haziran ayında sefere çıkmış ve rota ilk olarak Memluk Devleti üzerine belirlenmiştir.

Bu arada Memluk Sultanı, Mercidabık Ovasına gelmiştir. (Mercidabık bölgesi bugün, El-Bâb’ın kuzeyindeki Dabık kasabası olup Türk Ordusu Fırat Kalkanı harekâtı ile burayı kontrol altına almıştır.) 

24 Ağustos 1516’da meydana gelen bu muharebede Osmanlı Ordusu, ateşli silahları ve etkili topları sayesinde süvari kuvvetine dayanana Memluk Ordusu’nu büyük bir mağlubiyete uğratmıştır. (Türk Ordusu, Fırat Kalkanı Harekâtına bu zaferin 500. yıldönümünde başlamıştır.) Memluk Sultanı, savaş sırasında maktul düşmüş, Memluk Ordusu dağılmış ve Osmanlı Ordusu’nun fetih yolu açılmıştır.

Fetihten sonra Sultan Selim, 28 Ağustos’ta Halep’i fethetmiş ve ardından Hama-Humus hattı ile 27 Eylül’de Şam’a ulaşmıştır. Burada 3 ay kaldıktan sonra Filistin bölgesinin fethi gerçekleştirilmiştir. 

Suriye bölgesinde bu fetihler gerçekleşirken Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa, Yavuz Sultan Selim’in emri ile Musul-Kerkük bölgesi ile Rakka ve civarını fethederek Osmanlı toprağı haline getirmiştir.

Bu dönemde yapılan fetihlere bakıldığında padişahın hedefi, tıpkı Safevîleri olduğu gibi Memluk Devleti’ni de tamamen ortadan kaldırarak fitneyi önlemek ve İslam Birliğini sağlamak idi. 

Bu maksatla bugünkü Suriye ve Filistin’in fethinin ardından Mısır seferine karar veren padişah, yeni Memluk Sultanı ilan edilen Tumanbay’a bir elçi yollamış ve kendisine itaat ederse, Mısır’ı kadar kendisine bırakacağını ilan etmiştir. Tumanbay’ın Osmanlı elçilerini şehit etmesi üzerine sefer kararı kesinleşmiştir. Yavuz Sultan Selim’in, elçilerinin ölüm haberi alması üzerine; “Bu Tumanbay hâlâ kim olduğumuzu bilmez. Vaktiyle bütün dünyanın, alınması imkânsızdır dediği İstanbul’u dedemiz Cennetmekân sultan Mehmed fethetmiştir. Biz de onun torunuyuz ve Mısır’ı bi-iznillah alacağız, Zirâ İslâm milletinin iki başlılığa tahammülü yoktur!” demekten kendini alamadığı rivayet olunmaktadır.

Mısır seferinin başlaması ile önce Kudüs’e gelen Sultan Selim, ardından geçilmesi çok zor olan Sina Çölünü geçmeye karar vermiştir. Gerekli lojistik, gıda ve su malzemeleri hazırlandıktan sonra çok hızlı bir manevra ile büyük çöl geçilerek Kahire’nin girişine ulaşılmıştır. Memluk Ordusu da, Ridaniye’de mevzilenerek Osmanlı Ordusu’nu karşılamıştır. Kesin sonuç almaya azmeden Sultan Selim, askeri taktik dehası ile bu savaşı kazanmaya ahd etmişti.      

Nitekim Sultan Selim Han, Tumanbay’ın Avrupa’dan aldığı ateşli toplar ile harekete geçme planını öğrenerek önlem almıştır. Araziyi tetkik ettirip, ordusunun bir kısmını el-Mukattam dağının arkasına geçirmiştir. Böylece Ridaniye mevzilerine cepheden taarruz vazifesi yapacak ihtiyati kuvvetleri bıraktıktan sonra, asıl kuvvetler, Memluk Ordusu’nun top atış mevzisi dışında kalarak arkadan Memluk Ordusu’na hücum etmiştir. 22 Ocak 1517 günü başlayan muharebe, bu taktik üzere icra edilmiş ve çetin bir mücadeleden sonra Osmanlı Ordusu, büyük bir zafer kazanmıştır. Memluk Sultanı Tumanbay ise savaş meydanını terk etmiştir.

Savaş sırasında Osmanlı Sadrazamı Sinan Paşa da şehit düşmüştür. Savaşın ardından 24 Ocak 1517’de Osmanlı Ordusu, Kahire’ye girmiştir. Bu sırada yeniden etrafına kuvvet toplayan Tumanbay, Kahire’ye sızmış ve 3 gün süren sokak savaşları başlamıştır. Osmanlı Ordusu, bu sokak savaşlarında birçok şehit vermiştir. Nihayetinde Tumanbay, burada da başarısız olmuş ve kadın kıyafetleri ile şehirden kaçmıştır. Kendisini takip eden kuvvetler karşısında daha fazla tutunamamış ve yakalanarak idam edilmiştir. 

Kahire’nin fethi ile Mısır’ın diğer şehirleri de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bu sırada Memlûk Devletine tâbi olan Mekke Emiri Şerif Ebû Berekât, oğlu Şerîf Ebû Nümey vasıtasıyla Mekke’nin anahtarlarını Yavuz Selim Han’a göndermiş ve Osmanlı Devleti’ne itaatini arz etmiştir. 6 Temmuz 1517’de mukaddes makamların anahtarları, Mekke ile Medine’deki mukaddes emanetler padişaha sunulmuştur. Böylece, kutsal topraklar ile Arabistan’da Osmanlı Devleti’nin bir parçası olmuştur. Yavuz Sultan Selim, kendi adına okunan hutbede “Hakimu’l-Haremeyn değil, Hadimü’l-Haremeyn” denilmesini istemiştir. 

Yavuz Sultan Selim Han, 8 ay Mısır’da kalarak mahalli ıslahat yapmış ve Osmanlı sistemini bölgeye bütünleşmiş etmeye çalışmıştır. Eylül 1517’de ise İstanbul’a hareket etmiştir. Geldiği yol tarikiyle geri dönen padişah, evvela Şam’a ardından Halep’e uğramış ve 2 ay burada kalmıştır. Padişah Nisan 1516’da İstanbul’dan ayrılmasının üstünden 2 yıl 3 ay geçtikten sonra 25 Temmuz 1518’de İstanbul’a ulaşmıştır. Bu süre bir Osmanlı padişahının İstanbul’dan uzakta ve seferde olduğu en uzun süreyi de ihtiva etmektedir.

Padişahın, İstanbul’a döndükten sonra nihai planı Memluk Devleti gibi Safevîleri de ortadan kaldırmaktı. Fakat Safevî Ordusu, Çaldıran’daki mağlubiyetten sonra Osmanlı Ordusu’nun karşısına çıkmaya cesaret edememişti. Bununla birlikte Şah İsmail, Anadolu’ya sürekli mürit ve ajan göndererek fitne fesadına devam ediyordu. Bu kapsamda Anadolu’nun muhtelif yerlerinde mahalli olarak ortaya çıkan ve Şah İsmail adına devleti yıkıcı şekilde faaliyet gösteren Kızılbaş zorbalar cezalandırılmıştır. 

(Bu cezalandırma, mesnetsiz ve kaynaksız bir şekilde padişahın; sözde toplu bir Alevi katliamı yaptığı yalanının uydurulmasına sebep olmuştur. Bu öyle bir uydurmadır ki akıl ve mantık sınırlarına aykırıdır. Zira o dönemde bir Anadolu şehrinin nüfusu ortalama 3-5.000 civarıdır. İddia edildiği gibi 40.000 Alevi katledilmiş olsaydı; en az 10 tane şehrin yok olması, haritadan silinmesi ve bomboş kalması gerekirdi. Osmanlı Arşiv kayıtlarında yer alan Tapu Tahrir Defterleri incelendiğinde, oradaki nüfusun yerinde kaldığı ve vergi oranlarının dahi kaybolmadığı görülmektedir. Ayrıca herhangi bir katliam olmadığının bir göstergesi de, bugün sayıları birkaç milyon ile ifade edilen ve genellikle Orta ve Doğu Anadolu’ya yerleşen Alevi vatandaşlarımızın Türkiye’deki sıhhatli varlıklarıdır. Maalesef tarih kaynaksız, kulaktan doğma ve kasıtlı ideolojik nesnelerle insanlara aktarılmakta ve Yavuz Sultan Selim nefreti, bilhassa Alevi vatandaşlarımıza empoze edilmektedir). Bilakis Yavuz Sultan Selim, Türk tarihinin en medar-ı iftihar padişahı sayılabilecek bir kişiliktir. O zalim değil, bilakis adaletli ve dirayetli bir yönetici olduğu için bu kadar geniş toprakları insanların gönüllerini kazanarak fethedebilmiş ve bu topraklar 4 asır Osmanlı idaresinde kalmıştır.

  Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a döndükten sonra bir yandan Safevî politikasıyla ilgilenirken bir yandan Osmanlı Donanmasına önem vermiştir. Bu dönemde 1501 ve 1502 yıllarında Batılı Devletler ile imzalanan sulh neticesinde Batı üzerine bir sefer vuku bulmamıştır. Bu durum Osmanlı Devleti’nin İslam Birliğini sağlama yolunda büyük bir adım atmasına vesile olmuştur.

Yavuz Sultan Selim, 1520 yılında Edirne’ye doğru hareket ettiği sırada, daha önceden sırtında çıkan bir çıbanın ilerlemesi sonucu Çorlu Ordugâhında rahatsızlanmış ve 22 Eylül 1520 gecesi vefat etmiştir.

Vefat ettiğinde 50 yaşında olan padişah 8 yıllık kısa süreli saltanatında Osmanlı topraklarını 3 kat büyütmüş ve bugünkü 9 Türkiye büyüklüğündeki genişliğe ulaştırmıştır. En önemlisi Osmanlı Devleti’nin bir cihan gücü olduğu, tüm dünyaya hissettirilmiştir. 

Yavuz Sultan Selim, aynı anda birçok memleketi ve büyük toprakları fetheden komutanlara verilen bir unvan olan büyük bir Cihangirdir. O, hem Müslüman hem de Türk tarihinin en büyük Cihangiridir. Dünya tarihindeki birkaç Cihangirden de biridir.

İlme büyük bir merakı olan Sultan Selim, aynı zamanda büyük bir şairdir. Selim Han Farsça bir Divanı bulunmaktadır.