Vakıf Katılım web

TARİHİMİZ VE CUMHURİYETİMİZ İLE ÖVÜNMEK

Ömer EROĞAN 30 Eki 2017

Ömer EROĞAN
Tüm Yazıları
​Tarih yapan nadir topluluklardan biri olan Milletimizin geçmişini öğrenmek ve de kıvamında övünmek doğal bir hak ve gelecek için ise önemli temel olmaya devam edecektir. Tahrif edilmiş bölümlerinin de toplumun talebi doğrultusunda daha gerçeği yansıtır halde sunulması toplumsal olgunluğa, atfedilen büyüklüğe daha yakışır bir davranış olacaktır.

Tarih yapan nadir topluluklardan biri olan Milletimizin geçmişini öğrenmek ve de kıvamında övünmek doğal bir hak ve gelecek için ise önemli temel olmaya devam edecektir. Tahrif edilmiş bölümlerinin de toplumun talebi doğrultusunda daha gerçeği yansıtır halde sunulması toplumsal olgunluğa, atfedilen büyüklüğe daha yakışır bir davranış olacaktır.

Bu nadir insan topluluklarına has uzun başarılı geçmişten gelen, sosyolojik toplumsal birikim neticesi ve bazılarına göre ise başlangıç tarihi olarak işaret edilen Tanzimat’ın ilanından itibaren hızla cumhur sisteme doğru yol alınmış olduğu aşikardır. Belki yeni idare sisteminin ilanı biraz daha önce ve ya biraz daha sonra gerçekleşebilirdi. Muhakkak ki kendini idare etme olgunluğuna çok öncelerden ulaşan bu toplum varlık gücünü eski idare zamanında da hep hissettirebilmiş, bilhassa bazı dönemlerde bu daha da belirgin hale gelmiştir.  

Dolayısıyla bu yeni idari sistemin kabulü milletin tamamının mutabakatıyla gerçekleşmiş, vesile olan öncü kadro ve ilk Meclis üyeleri ise hep minnetle hatırlanmıştır. İlanı gününden, bugün ki sene-i devriyesine kadar hep coşkuyla kutlanmış ve anılmıştır. Hemen hepimiz önce ailelerimiz ortamında devamında ise okul çağlarımızda heyecanla 29 Ekim tarihini her yıl hatırladık, hatırlıyoruz. Başlangıç dönemlerinde nedeni bir türlü anlaşılamayan endişelerin yoğunluğu bilinmekte hatta “Cumhura Muhalefet Kuvve i Hatadandır” gibi uyarıcı söylemlerin sıkça görüldüğü dönemlerde neticede geçti, gitti ve aşırı endişeye mahal olmadığı toplum tarafından gösterildi. 

Bu öyle bir çoğunluğun kabulü idi ki, hep zahiri öcü olarak gösterilen muhterem Osmanlı Ailesi’nin Reisi, Sultan II. Abdülhamit Han torunu Merhum Osman Ertuğrul bir demecinde; “Cumhuriyetin ilanı neticesi belki Ailemiz bazı sıkıntılar çekti, fakat Türkiye için çok faydalı oldu ve doğru olan yapıldı..”. Burada nazikçe değindiği sıkıntılar bölümü, onlar için çok ciddi trajik uzun bir dönem olmasına ve bin bir sefalete rağmen Ailenin hiçbir ferdi Türkiye Cumhuriyeti aleyhine herhangi bir muhalif söylemde dahi bulunmamış, zamanın çok müsait şartlarına rağmen, bu denli uluslararası etkileşime açık konuda büyük direnç gösterebilmiştir. Velhasıl her fert desteklemiş ve bugüne kadar da böyle gelmiştir. Neticede, bu hususta tam bir ittifak toplumumuza yakışır şekilde belirtilmiştir.

Şunu da belirtmek gerekir ki o dönemler dünyasın da, başta ekmek sıkıntısı çeken Rus halkları dahil diğer, Balkanlar ve Orta Avrupa ülkelerinde yeni sisteme geçiş bazen daha sert olmuştur.

Bu arada, “Cumhur” kelimesinin Arapça olduğunu ve anlamının; bir yerde toplanmış topluluk ve  toplum biliminin eski yazılarında ise; halk olarak belirtildiğini tekrar ederek yenilikçi Türk dili uzmanlarının hala yerine başka (abes) bir kelime bulamamış ve değiştirememiş olmalarından dolayı mutluluğumu da paylaşmak isterim.

Bu toplumun kendisini idaresi ile ilgili, dünyanın oldukça eski ve denenmiş sistemi kabulü sonrası, ilke olarak eklemlenen ideaların yerleşmesi ve kabulleri için uygulanan yöntemler eleştirile gelmiştir. Hatta, bu yönde baskıya varan diretmenin neticesi oluşan kutuplaşmanın ve çoğun huzursuzluğun inanılmaz toplumsal enerji sarfına ve yılların kaybına yol açtığı maalesef yaşanmıştır. Bu İlkelerin hepsi kendi başlarına doğru olabilirler. Cumhur-i sisteme geçiş sonrası bir bütün olarak ve süratle topluma sunulmuş olmalarının yarattığı; anlaşılmazlığın karşısında anlatma yerine baskı uygulama yönteminin tercih edilmiş olması hususu eğer bugün konuşulmazsa gelecek nesillerimiz bu anlamsız konularla hala meşgul oluyor olacaklardır.. İki örnekle bu bölümü sonlandırmak isterim. Bir tarihte, Ülkemizin bir Başbakanı yurt dışında “eğer bu sözleşme nihayete ulaşamamış olursa Türkiye de rejimin tehdit altında olduğunun bilinmesi gerekir” mealinde  bir beyanda bulunmuş idi. Çok üzülmüş idim doğrusu. 

Sonraları bir  tarihte ise Ülkemizin bir diğer Başbakanı yine yurt dışında büyük kalabalığa hitabı esnasında  “laiklikten çekinmeyiniz” ifadesini kullanmış idi. Ne yaman çelişki değil mi?

Sonuçta, bahsedilen ilkelerin çoğunluğuna felsefi açıdan katılına bilir ve toplumunda kabulünü görebilir, fakat devlet makinasının temsilen bürokratik görüşün uygulamaya çalıştığı anlamsız baskı demokratik açıdan kabul edilemez. Bir yönetim  sistemi ile felsefi, toplumsal olgunluğun neticesi varılabilen demokrasi ülkemizde hep aynı şeylermiş gibi gösterilmiştir, halbuki birbirlerini doğal olarak takip edebilirler ve hatta birlikte yol alabilirler, ama her cumhuriyet sıfatını kullanan memlekette illaki demokrasi vardır diye de bir kural yoktur, örnekleri de mebzuldür. Bu kavram kargaşası öyle bir noktaya varabiliyor ki, toplumun aklı başında mensupları dahi, uzun yıllar bir ilke savunmasında bulunmak amacıyla, anlatmak yerine olur olmadık her yerde; sözleri burada yazılmış, müziği dışarıdan alınmış “Onuncu Yıl Marşı”nı terennüm ettiler yani ismi üzerinde 1933’ten kalma işte, bende çok severim dinlemeyi amma o kadar… Bu herhangi yeni bir şey üretememe kabiliyetine erişememek de, ne kadar da hüzünlü. Cumhuriyet Devleti’ni 1940’lı yıllarda pekiştirilen “Bürokrasi” yönetir oldu, yıllar ve yıllar bu hakim güç ister sivil ister üniformalı son tahlilde mutlak iş birliği içerisinde, iyi ve ya kötüyü kendince ayırarak, toplumun kaderini tayin eden neredeyse mutlak güç olarak, milletin seçtiği siyasi temsilcileri yönlendirmeye ve hatta zorlamaya kadar pervasızca gidebildiler, daha da olmazsa 1960,1971,1980 ve sonrasındaki millete karşı darbeleri düzenleyip, milletin meclislerini fesih ederek topluma karşı her tür insanlık suçu dahi işleyebildiler. Demokrasiye her müdahale sonrasında da, baskıyla uygulanan kabul ettirme neticesi acayip kavram kargaşaları ortaya çıktı. Böyle alt alta yazınca ne denli hüzünlü bir tablo çıkıyor değil mi? Halbuki bir Bayramı gönülden kutlamak var iken…

Netice de, bütün bunların yanı sıra asıl olan bir diğer ve en önemli  husus ise; şu veya bu siyasi idare altında  toplumumuz bireylerinin ulaşabildikleri kültürel seviyedir. 1970’li yılların ilk başında Orta Avrupa ülkelerinde, Yüksek Öğretim Kurumlarının Türkiye Cumhuriyet Lise diplomasını derecelerine göre ayırıp kabulleri kısıtlamaya başladığına şahit olduğumda cidden şaşırmış ve üzülmüş idim. Bir müddet sonra bizim en iyi lise mezuniyet derecelerini dahi kabul etmez oldular, bu ise öyle düşmanlıktan ve ya ötelemekten ileri gelen haşa değil, tamamıyla Ülkemizin eğitim seviyesiyle orantılı bir neticedir. Şimdileri, sevdiğim bir dostum alenen, arada sırada “cahil” suçlamasında bulunuyor, belki tarzı garipseniyor olabilir amma sonuçta son derece haklı, birkaç nesil önce yine cumhuriyet idaresi altında şiir bilen edebiyattan anlayan ve genel kültürel bilgiye sahip o kadar vatandaşımız nasıl oldu da donanımlarını çocuklarının, torunlarının nesillerine aktaramadılar? Bunca üniversiteden mezun olan genç kardeşlerimiz kendi kusurları olmaksızın neden bu tarz nitelendiriliyorlar! İşte önemli olan bu acı noktadır bunun Cumhuriyet sistemiyle falanda ilişkisi yoktur. Olsa olsa sadece, kendisini idari  sistemin  “hamisi” tayin etmiş olan otokratik- bürokratik kesimin çoğunluğunun içine kapalı düzenini egoist biçimde sürdürme iddiasının ülkeye ve topluma verdiği beter bir zarar neticesi olsa gerek.

Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum Efendim.