SEÇİM GÖREV EMRİ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Türkiye'nin şimdi içinde bulunduğu günler, aydınlık olsa da, daha fazla ve kalıcı aydınlığı hak ediyoruz.

Askerliğini yapanlar “sefer görev emri”ni bilirler. Hâlâ yürürlükte mi bilmiyorum ama eskiden, askerliğini yapanlar teskere aldıktan veya terhis olduktan sonra her yıl askerlik şubesine gidip yoklama yaptırırdı. Bir sivile askerliğini yapsa bile kırk beş yaşına kadar “sefer görev emri” gelirdi ve bu kişi askerî birliğe teslim olup bir süre görev yapardı. Buradaki amaç, erkek nüfûsu savaş şartları için sürekli hazır tutmaktı. TSK’nın profesyonelleşmesi artmaya başladıktan sonra bu uygulama bitmiş olabilir. Ancak ister erkek, ister kadın olsun bu ülke insanının her hâlükârda her türlü mücadeleye hazır olması gerekir. 24 Haziran’da on sekiz yaşını doldurmuş olan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına “seçim görev emri” gelmiştir.

Gençlere Bir Hatırlatma

Gençler farkına varmalıdır ki, başka hiçbir ülkeye benzemeyen bir ülkede yaşıyoruz. Elbette hiçbir ülke, başka bir ülkeye tıpatıp benzemez. Ancak bizim farklılığımız da kendimize özel bir farklılıktır. Bu yüzden kendimizi ne daha iyi, ne de daha kötü durumda ülkelerle kıyaslamamalıyız. Zâten bir ülkenin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmesi de Batı merkezli bir anlayışın genelleştirilmesinden ibârettir. Hele hele en kalabalık beşinci ya da altıncı ilimizden daha az nüfusa sâhip ülkelerle ya da en büyük sorunu kıyılarına vuran balinalar olan ülkelerle Türkiye’yi kıyaslamak, zaman kaybından başka bir şey değildir. Böyle bir kıyaslamayla varılacak bir yer yoktur.

Türkiye, gerek coğrâfî konumu, gerek demografik yapısı, gerek iklimi ve gerekse târihî ve sosyokültürel altyapısı ile kendine has özellikleri olan bir ülkedir ve öyle olmaya devam edecektir. Bu özellikleri sebebiyle sâdece kendi insanlarının değil, dünyâdaki tüm insanların ve özellikle mağdurların kaderi açısından hayâtî öneme sâhiptir. Türkiye’nin güçlü ve huzurlu olması, dünya barışının mihenk taşıdır. Bu konuyu 3 Haziran 2018 târihinde “Sömürgecilikte 4.0 Dönemi” başlıklı yazımda uzun uzun ele almıştım. Bu kadar önemli ve benzersiz bir ülke olduğumuz için Türkiye, sâdece bir ülkenin adı değildir. Türkiye’nin sınırları Türkiye Cumhuriyeti’nin siyâsî sınırlarının çok ötesindedir.

Şafak Vaktinin Çocukları

8 Haziran’da karne alıp yaz tâtiline giren öğrenciler, Türkiye’nin şafak vakti çocuklarıdır. Bu çocukların en büyüğü 2000 yılında doğmuştur. Büyük çoğunluğu, Türkiye’deki karanlığın en koyu anlarının yaşandığı günlerde dünyâya gelmiştir ve o günleri hatırlamamaktadır.

O karanlık günler ki, Türkiye’de her gün güneş doğsa da hep karanlık yaşanıyordu. Bu karanlık o kadar koyu ve zifir bir hâldeydi ki, bu günlerin ardından doğan güneş, bâzılarının gözlerini kamaştırdı. Bu yüzden, bu kişiler hayâtî gerçekleri, tehlikeleri ve tehditleri görme duyularını hâlâ kazanamadılar.

Karanlığı Unutmamalıyız!

Türkiye’nin şimdi içinde bulunduğu günler, aydınlık olsa da, daha fazla ve kalıcı aydınlığı hak ediyoruz. Burada o karanlık günlerde toplanmayan çöplerden, akmayan sulardan, rehin kalınan devlet hastânelerinden, okul kitabı almak için saatlerce beklenen kuyruklardan, tek şeritli şehirlerarası yollarda yaşanan katliam gibi trafik kazâlardan, ödenmeyen memur ve emekli maaşlarından bahsetmiyorum. Ama bu şafak vakti çocuklarının yaşamadıkları için bilmedikleri ve yaşayanların neler çektiklerini anlayamayacakları şeyleri bilmemiz ve unutmamamız gerekir.

Bu ülkede temel hak ve özgürlükler, bu kavramları ağızlarına sakız ve art niyetlerine paravan yapan kişiler tarafından sömürüldü ve gasp edildi. Kendilerinden olmayanlara yaşam hakkı tanımadılar. “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü kendilerine slogan yapmalarına rağmen İngilizce eğitim alıp “vatansever” rolleri oynadılar ve oynuyorlar. Konuşurken araya İngilizce kelime sıkıştırmayı “entelektüellik” zannederken, dili farklı olanlara “terörist”, dini farklı olanlara “… tohumu”, doğum yeri “mecburî hizmet bölgesi” olana (en hafif tâbirle) “câhil” veya “kıro” deniler. Bu karanlık günler yaşanırken, memleketi heykel dikip ant okuyarak geliştireceğini zanneden bu tipler, kendilerinden olmayanların eğitim, ibâdet, seyahat ve ifâde özgürlüğü haklarını yok saydılar.

Şimdilerde generallerimizin rütbelerini sökmeye cüret edenler, o karanlık günlerde aynı rütbeleri taşıyanlardan emir ve tâlimat alıyor ve onlara topuk selâmı vermeyi mârifet zannediyorlardı.

Şimdilerde çoğu ilimizde çifter çifter açılan üniversiteler, o karanlık günlerde bilim ile uğraşmak yerine öğrencilerin kılık-kıyâfetleriyle meşgul oluyordu. Bu da yetmiyor; üniversite hocalığını “akademisyencilik” zannedenler, bu milletin aziz bildiği ve “Mehmetçik” diyerek övdüğü Türk Silahlı Kuvvetlerimizi, günaha çağıran şeytan gibi, sözüm ona “göreve” çağırıyordu. O zamanlarda en çok duymak istedikleri ve duyunca kendilerinden geçtikleri ses, tank paletlerinin sesleri ve televizyonlarda okunması bekledikleri darbe bildirisiydi. Bunları, Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen “postmodern” yollarla ve “balans ayarı” adı altında yapıyorlardı.

Şimdilerde, hepsi tek hedef için birleşmiş terör örgütleriyle iş tutup gözaltına alınanların serbest bırakılmasını isteyenler, o karanlık günlerde “tavşana kaç, tazıya tut” misâli, “terörle mücâdele” adı altında bu ülkenin evlatlarını heba ediyorlardı. Ağlayan analar, yetim kalan çocuklar ve dul kalan kadınların o karanlık günlerde sesleri medyada hiç duyulmuyordu. Bu mağdur insanların ellerinden sâdece buğz etmek geliyordu.    

Şimdilerde ezanlarla, salavatlarla, tekbirlerle temel atıp açılış yapanlar, o karanlık günlerde “irtica ile mücâdele” adı altında bu toprakların mânevî değerlerine hakâret ediyordu. “Umarım” yerine “inşallah” diyenler bile damgalanıyordu.

Şimdilerde televizyon programlarını namaza göre başlatanlar, kendi elleriyle kararttıkları o günlerde, Cuma namazına giden öğrencileri kameralarla avlamaya(!) çıkıyordu ve bunu bir “tehlike” olarak yayınlıyorlardı.

Şimdilerde cilâlanıp bilgelik vitrinine konulanlar, o karanlık günlerde “aydınların katili” olarak linç ediliyordu.

Şimdilerde “ötekileştirme” ve “kutuplaşma” aleyhinde şövalyelik rolleri takınanlar, o karanlık günlerde en önemli özelliği “tarafsızlık” olan Yargı erkinin en üst seviyesindeki Anayasa Mahkemesi başkanı, “Laik olmayan insan değildir” dediğinde alkış tutuyordu. Hatta Yekta Güngör Özden’in bu sözünü eleştiren Mehmet Ali Şadoğlu iki ay hapis cezasına mahkum ediliyordu.

Bunca Emek Boşa Gitmesin

Daha nice eziyeti çeken ve haksızlığa mâruz kalan mağdurların âhı tuttu ve duâları kabul oldu. O karanlık günler, yavaş söken şafakla zor da olsa bitti. Bu şafağın sökmemesi için çok oyunlar oynandı. Ziya Paşa’nın “rencide olur dide-i huffaş ziyâdan” dediği gibi, gözleri ışıktan ve gerçek aydınlıktan rahatsız olan yarasalar, o karanlık günlere dönmek için uğursuzca çığlık atıyorlar.

Şimdiki aydınlık günlerin şafak vakti çocukları, karanlığın dağılması için verilen mücâdeleyi, çekilen cefâyı bilmeyebilir. Onlara durumun ne kadar kritik, oynanan oyunun ne kadar kötü niyetli olduğunu onların da çok net hatırlayacağı tek bir örnekle anlatayım. Bu karanlık meraklıları, eğer istedikleri olmazsa, bu devletin en kutsal kurumu ve bağımsızlığımızın sembolü olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni hâince bombalayacak ve bombalayanlara alkış tutacak kadar alçaklaşabilirler.

Genç Arkadaşım!

Bunları söylemek ve seni uyarmak benim önce insanlık, sonra da vatandaşlık görevim. Ben üstüme düşeni yaptım ve yapıyorum. Senin görevin de, 24 Haziran’da eline oy pusulasını ve mührü aldığında ne kadar önemli bir karar vereceğinin bilincinde olmaktır.