SAĞDUYULU OLMAK

Ümit G. CEYLAN 05 Ağu 2021

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Büyükler kızım, oğlum "aklın nerde senin, aklını başına al" derlerdi.

Büyükler kızım, oğlum “aklın nerde senin, aklını başına al” derlerdi.  Akıl olması gereken yerde dursun ki sağlıklı kararlar alınabilsin. Akıl baştadır, başka yerde değildir. Aklı başında olmayandan isabetli karar alması beklenemez. Deyim yerindeyse akıl baliğse o kişinin kararları meşrudur. Ama hep dediğimiz gibi sadece akıl ile de alamayız kararlarımızı. Kalbimizin de kararları tasdik etmesi gerekir. Kalp adeta bir röntgen görevi görür. Röntgen cihazınızın ayarları ne kadar doğruysa o denli sağlıklı sonuca ulaşılabilir. Ben zaman zaman kalbi süzgece de benzetirim. Aklın kararını duygu süzgecine koyar ve akıl duygu ilişkisini birbirine bağlayarak ne kadar uyumlu ne kadar birbiriyle örtüştüğüne bakarım. Böyle bir mekanizmadan geçen kararlar, olgun ve sağlam neticelere yakın olması bakımından dikkat çekicidir.

Sağ-duyu

Buradaki sağ aklımızın sağlıklı tarafını temsil ediyor. Aklımız başımızda olduğunda sağlıklı kararlar alacağımıza işaret ediyor. Duyu kısmı da kalbimizi gösteriyor. Onsuz karar alamayacağımızı bize ayrıca anlatıyor. Bu sağlamayı yaptıktan sonra bakalım günümüzde nasıl kararlar alındığında teknolojinin de marifetiyle aklı fazla çalıştırmadan hatta neredeyse hiç çalıştırmadan düz bir akıl ile kararlar aldığımızı görebiliyoruz. Hatta yine neredeyse tamamen algıya, yani duygularımızı yönetmelerine izin verdiğimiz uyarıcılar tarafından güdüleniyoruz. Oysa sağduyulu olmak salt duyularımızı harekete geçiren her şeye karşı filtre uygulayabilecek akıl ve yeteneğe sahip olmak demektir. Sağduyulu insan duygularına hâkimdir. Duygularını kendi yönetir başkalarının yönetmesine izin vermez.

Doğal felaketler

Geçtiğimiz bir haftadır ülkemiz doğal felaketlerle boğuşuyor. Daha Karadeniz’deki sel felaketinin yaralarını saramadan, güney illerimizde çıkan ve kısa zamanda bir kâbusa dönen yangınlarla boğuşuyoruz. Bir de buna bir buçuk senedir uğraştığımız koronavirüsü ekleyelim. Son 18 aydır dünyada iklimsel krizlere bağlı birçok felaket herkesi sarsmış durumda. Ne yazık ki böyle zamanlar en çok sağduyuya ihtiyacımız olmasına rağmen her yerden yalan yanlış haber akışlarıyla uğraşıyoruz. İnsanlar hemen nereden, kimden, nasıl geldiğine bakmadan adeta hipnoz olmuş gibi bir haberi paylaşıyor. Hatta yangından bile daha felaket olacak bu fitne ateşini hiç düşünmeden paylaşarak yeni bir kriz yaratıyor. Felaketleri doğal olduğu için kaldırabiliriz, biraz sabırla üstesinden gelebiliriz. Ancak bu tür sorumsuzca yapılan haberler birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç olunacak zamanda toplumda gerginliğe, kızgınlığa ve kontrolsüz öfkeye hatta infiale sebep olabilir. İşte sağduyu bu yüzden gereklidir. Böylesine sorumsuzca hatalar yapmamak ve bir anlık felaketle her şeyi alt üst etmemek için.

Velhasıl

Sağduyu her türlü afete, felakete karşı birlikte karşı durmak, fitneye, fesada kaosa izin vermemek, sadece toplumun huzurunu düşünerek birlik ve beraberlik içinde olmaktır. Sağduyulu olmak olan bitenlerden ibret almak, biraz da sorgulamak ve sorgulanmaktır vesselam.

TUZAK

Sosyal medya nelere kadir! İnternet çıktığından beri gazeteciliğin mertliği bozuldu. İşte o günden beri ortalık vatandaş gazeteci, hasbelkader gazeteci, sözüm ona gazeteci doldu. Eskiden de vardı da bu kadar aşikâr değildi. Göz görmeyince gönül katlanıyordu. Adı lazım değil afilli, havallı bir internet haber sitesi HELPTURKEY etiketine devletin gösterdiği tepkiyi ve dezenformasyon açıklamasını “İtibar Takıntısı” olarak yorumlamış. İşte kutuplaşma bu şekilde oluyor. Yeni medya konusunda uzman akademisyen Marc Owen Johns’un tespitlerini kendilerine iletince de takipçilerinden bir bana “aşırı Türk” demiş. Güzel bir iltifat teşekkür ederim. Bunların yanı sıra bu zavallı yardım çağrısına öyle isimler atladı ki şaştım kaldım. Sosyal medya uzmanlığı konusunda sağda solda konuşmalar yapan ekran yüzleri, aklı başında zannettiğim bir yığın isim. Önyargı insanı nasıl rezil ediyor. Sonra birçok akademisyen bu HELPTURKEY zırvalığının nasıl planlandığını ve manipülasyon için hazırlandığını ispat edince o isimler dut yemiş bülbüle dönüp havaya bakıp ıslık çalmaya başladılar. Özür dileyebilirdiniz. Yanılmışım diyebilirdiniz. Bu daha anlamlı ve itibarlı olurdu. 

EBELEMECE

OYUNLAR AVUTURDU

Kelime kelime heceleme; hayat hep bir oyun, öyle zannettik, bütün çocukluğumuz boyunca. Köşeden fırlayarak oyun arkadaşı, yüreğimizi hop ettirecek. Tatlı tatlı korkacak, ne oldu da ben görmedim diyecek. Evde anne yemeğe bekleyecek bir yandan ödevler kalacak ama bu tatlı oyun hiç bitmesin isteyecek. Her kapı çalışında sıvası çatlamış duvardan bir parça daha dökülecek ve kapıyı her açışımda senin gelmiş olmanı isteyecektim; can arkadaşım gelse de dışarı çıksak, karışsak oyunun içindeki hayata. Hiç sevemedim ben eskiden beri bu dünyayı, ancak oyunlarla avuturdum kendimi. Annem bu oyunda kızgın bir öğretmen, babam vurdumduymaz bir gardiyan. Kardeşim aptal bir korkak. Bense hayalleriyle oyundan hiç çıkmayan bir çocuk. Sen de benim oyunlarımın delili arkadaşımdın. Düşümdeki yansımamdın belli ki; çünkü ne desem itiraz ederdin. Sonra bir gün hüzün uyandı ve ben oyun oynamayı bıraktım. Gerçek ağacın kovuğundan çıkmışım. Nereye baksam seni bulamadım. Her tarafta kravatlı ciddi adamlar ve çatık kaşlı kadınlar. Ürkek aynayı aradım baktım arkamda sen duruyordun çocuk halinle; benimse kravat vardı boynumda. Kim olduğumu henüz bilmiyordum. İşte o anda yetişti imdadıma çocukluğum. Tüm oyunlarımızı fısıldadı kulağıma. Sana yetiştim arkandan, beyaz diyardan gelen hatıralarıma sımsıkı sarılarak.

SÖKÜP ATMAK

Herkesi hayatımızdan söküp atamayız. Aynı inancı aynı düşünceyi paylaşmasak bile bir iletişim yolu bulmalıyız. Yapısı gereği bir taraf zaman zaman üstün gelmeye çalışır. Hatta dominant olan taraf diğer tarafı ezmeye kadar varacak bir tutum takınabilir? Onun davranışındaki kodları çözmek ve ona göre yaklaşmak önemlidir. Arkadaşsak bunu bir yere kadar tolere ederiz ama ya bu kişi aileden biriyse? O zaman onu hayatımızdan söküp atacak mıyız? Yol bu mudur? Karşılıklı konuşarak belki de hallolacak şeyleri zamanla konuşulmadığı için toksik hal almış bir ilişkiyi yeniden başlatmak mümkün müdür? Ya da iletişimin seyrini değiştirmek mümkün müdür? İşte tüm bunlar empati ile birlikte bir iletişim becerisini gerektirir. İletişimde aile dışındakileri çizginin dışına çıkarma ihtimalimiz her zaman daha kolaydır. Ancak aile farklıdır. Anne, baba, kardeş, çocuklarımız gibi birinci derecede yakınlarımızla duygusal bağlarımız vardır. O yüzden ilişkilerde agresif olmadan mümkün olduğunca yapıcı ve dialoğa yönelik hatta değiştirmeye yönelik bir katı tutum göstermeden  birlikteliği devam ettirmeyi denemekten yanayım. Kendimizi koruma çizgimiz her türlü iletişimde olmalıdır. Her zaman bir mesafe koyarak ve çerçeve çizerek aile içindekilerle iletişimi sürdürme yoluna gitmeliyiz.

ARTI EKSİ

UTANACAK MIYIZ?

Karınca misali yangına bir lokma suyla gidenleri şu afet günlerinde görüyoruz. Bir de keyiflerini bozmayıp ojeli elleriyle ya da keyifli yerlerinden klavye güzellemeleri yapanları da görüyoruz. Şu günlerde ardı arkası kesilmeyen felaketlere bir izah getirmeye gerek yok. Daha bir hafta önce evlenen itfaiye erinin balayı tatilini iptal edip yangına koşması bunun yanında Azarbaycan’dan gelen yardım ekibindeki kahramanların yaklaşan yangını görüp boş evi kontrol ettikten sonra bahçede asılı duran Türk bayraklarını yanmasın diye toplayıp katlayıp cebine koyanları da görüyoruz. Sadece elimizi hepimiz taşın altına koyacağız. Hiçbir şey yapma becerimiz yoksa dua edeceğiz. Onu da yapamıyorsak susacağız. Artısı ve eksisiyle bu afet günlerinden geçenler gün aydınlandığında ortaya çıkacak. O zaman utanacağız. Acaba?

FIRINDAN ÇATAL ALIR MISINIZ?

Tekirdağ’ın Şarköy ilçesinde adı İstanbul Fırın olan bir yere girip tezgâhtardan çatal istedim. Yoldan yeni gelmiş ve hem aç hem de yorgundum. Çatal ile birlikte ayçöreği de istedim. Tezgâhtar genç bir kızdı. Küçük bir poşete istediklerimi koyduktan sonra bana uzattı. Ama poşet çok hafif geldi ve kıza çatalları da koydun mu diye sordum. Evet, koydum dedi. İstediğiniz gibi iki adet çatal koydum diye yanıt verdi. Allah Allah! Bir tuhaflık olduğunu hissettim ama kızın çatal derken neyi kastettiğimi anlamaması ihtimalini vermemiştim. Poşete baktığımda 2 adet plastik çatal vardı. Çatalın bir çörek adı olduğunu bilmemesi bir neslin kültürel kavramlara yabancı kalması iletişimi zorlaştırdığını görmek bakımından farklı bir tecrübe oldu benim için. Oysa ben o çatalları elimle de göstererek bundan istediğimi belirtmiştim. Genç tezgâhtar kıza roman özellikle de klasik dönem romanlarımızı okumasını tavsiye ettim. Cumhuriyetin bilhassa ilk yıllarında basılmış romanlarda kültürel tarihimize ait birçok ögeye rastlamak mümkün. Keşke İstanbul fırın çalışanlarını bu yönde teşvik edici bir çalışma yapsa. Ne güzel olurdu değil mi?