MARŞI YAZILMAYAN DESTAN: 15 TEMMUZ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Mehmet Âkif Ersoy gibi yüksek millî şuuru ve irfan sâhibi birinin yaptığı bu tespit, İstiklâl Marşı'nda anlatılan Millî Mücâdele'nin ne kadar zor şartlarda kazanıldığını ve Cumhuriyet'in ne kadar zor şartlarda kurulduğunu göstermektedir.

Anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerinden biriyle korunan İstiklâl Marşımız, Millî Mücâdele destanımızın en iyi ifâde bulduğu metindir. Mehmet Âkif Ersoy’a böyle bir şiiri tekrar yazıp yazamayacağı sorulduğunda, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” cevâbını vermiştir.

Mehmet Âkif Ersoy gibi yüksek millî şuuru ve irfan sâhibi birinin yaptığı bu tespit, İstiklâl Marşı’nda anlatılan Millî Mücâdele’nin ne kadar zor şartlarda kazanıldığını ve Cumhuriyet’in ne kadar zor şartlarda kurulduğunu göstermektedir.

İstiklâl Marşı’nda anlatılan mücâdele, bir ölüm-kalım mücâdelesiydi. Anadolu’nun işgâl edilmeyen parçasının da elimizde kalacağının garantisi yoktu. Zira işgâlciler, Haçlı Seferi zihniyetiyle gelmiş ve şehit kanlarıyla sulayarak sâhip olduğumuz bu topraklardan bizi tamâmen çıkarmak istiyordu. Çıkarmakla da kalmayacak ve kendini bu millete mensup hisseden hiç kimseye yaşam hakkı vermeyeceklerdi.

Parça parça işgâl edilen yurdumuzun bizim için alternatifi yoktu. “Anadolu olmazsa başka yere gider orada yaşarız” demek gibi bir lüksümüz de yoktu, şimdi de yoktur. Bu topraklarda ya var olacaktık ya da yok olacaktık. Bu, şimdi de böyledir.

Esir ya da siyâsî sömürge olarak yaşamak ne bizim isteyebileceğimiz bir durumdu, ne de işgâlcilerin bize böyle bir imkân ve şans verme niyetleri vardı.

Dünyânın başka yerlerini tapulu malları gibi işgâl edip sömürenler, Anadolu’yu işgâl ettiklerinde baltaya taşa vurmuş oldular. Karşılarında değil ölmekten korkan, ölmek için birbiriyle yarışan fertlerden oluşan bir ordu-millet vardı. Evinden köyünden ayrılırken, arkasında bıraktıklarını Allah’a emânet edip helâllik isteyenler, “ölürsek şehit, kalırsak gâzi” şiârıyla cepheye gittiler. Kimisi şehâdet şerbeti içti, kimisi de gâzi olup geri döndü. Bu, bir milletin can havliyle yaptığı son hamleydi.

Milletin can havli

Millî Mücâdele’den yüz yıl sonra, işgalcilerden daha kalleş, daha yüzsüz bir hâin grubu, yine bu milletin varlığına kastetti. Ama bu hâinler, yüz yıl önceki işgâlcilerin kendi silahlarını getirmelerinin aksine, bu milletin silâhı kullanıyordu. Bu milletin tüfeğini, topunu, tankını, uçağını, gemisi bu millete karşı kullanmaktan çekinmediler. Bu milletin en mahrem kurumu ve bağımsızlığının simgesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, gasp ettikleri savaş uçaklarıyla bombaladılar. Özel Hareket karargâhını kana buladılar. Havaalanlarını, köprülerini kapattılar.

Ama bu hâin sürüsünün mankurtlaşırken unuttuğu bir şey vardı. Bu millet, sınırlarını korumak için kurduğu ve “Peygamber Ocağı” diyerek takdis ettiği ordusunun, görevi dışında şeyler yapmasını hiçbir zaman desteklememiştir. Namlusunu millete döndüren bir orduyu hiçbir zaman tasvip etmemiştir. Bu ordu ister yabancı işgâlcilerin ordusu, ister hâinliğini gizlemek için giydiği üniformasıyla Türk ordusu olsun fark etmezdi. Zâten kendi milletine namlu doğrultan bir ordunun Türk Ordusu olması da mümkün değildi.

Cephânesi bitene kadar, elinde Türk bayrağından başka bir şey bulunmayan millete ateş açanlar, cephâneleri bittiklerinde üç beş tokat, üç beş kemer darbesiyle etkisiz hâle getiren 15 Temmuz gecesinin isimsiz kahramanları tarafından, şehitlerin hesâbını sormak için yüce Türk adâletine teslim edildi. Hukuk sisteminin verebildiği en ağır cezânın bile kamu vicdânı rahatlatmaya ve benim yüreğimdeki ateşi söndürmeye yettiğini söyleyemem.

O gece kimisi namaz kılarken seccâdesini bile toplamadan evden çıkarken, kimisi de içki masasında elindeki kadehi kafasına dikip meydanlara koşmuştu. Kimin deli, kimin veli olduğu bilinmez, denir. Bu milletin beş vakit alnı secdeye değeni de, şişede balık olan ayyaşı da, o gece hiç olmadığı kadar ayık ve bilinçliydi.

O gece korku yoktu

Dedesiyle, bebesiyle tuttuğu demokrasi nöbetleri, 15 Temmuz gecesi hissedilmeyen en güçlü duygunun bize hediyesi oldu. O duygu, korkusuzluktu. Uzun namlulu silahlarla açılan ateş, tank namlusundan atılan toplar, ses sınırını aşan savaş uçaklarının çıkardığı kulakları sağır eden sesler, bu milleti korkutamadı.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin darbe girişimine karşı açıklamasından ve Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın canlı yayına bağlanıp halkımızı meydanlara dâvet etmesinden çok önce, binlerce kişi can havliyle hareket edip nereye gitmesi gerektiği bilerek sokaklara dökülmüştük. Herkes bir yeri mevzi bilip koruyordu.

O gece sokaklarda ne siyâsî parti farkı, ne dünya görüş farkı, ne inanç farkı ne de cinsiyet farkı vardı. O gece herkes âdeta yüz yıl öncesi Millî Mücâdele rûhunun genleriyle hareket etmişti. Evden çıkarken herkes yüzyıl önceki gibi helâlleşerek çıkmıştı. Meydanlardaki süs havuzları belki sâdece o gece abdest alınsın diye yapılmışçasına, şadırvan görevi görüyordu.

Bir vatandaşın polislere “Ben iriyarıyım, üç-beş mermide yıkılmam. Onlar bana ateş açarken siz zaman kazanır onları haklarsınız” demesi, o geceki korkusuzluğu anlatan en kısa cümledir.

Ve 16 Temmuz sabahı

Ben şahsen sosyolojik, psikolojik ve politik anlamda henüz “16 Temmuz” olmadığını ve rehâvete kapılmamamız gerektiğini düşünenlerdenim. Ama takvimler 16 Temmuz, Cumartesi sabahı gösterirken, üç-beş saat önce, tankın altına yatan, alçak uçuş yapan uçaklara “in ulan aşağıya” diyen, yaralanan ya da yaralananları taşırken üstü başı kan lekesi olanlar, eve giderken fırından ekmek aldı ve kahvaltı masasına oturdu.

Kırk küsür yıl boyunca devlete ele geçirmek için rengini belli etmeyen FETÖcü hâin sürüsünün plânları yatsı namazından sabah namazına kadar geçen sürede yıkıldı.  Yapmak istedikleri darbe ve işgâl plânı millete çarpıp başarısız olunca, tankların arasında sıvışıp kaçanların korumacılığıyla sınır dışına kaçmak için zaman kazanma derdine düştüler. Terörist elebaşının attığı “Haçlılar tehlikesizdir, sizin namusunuza dokunmaz” yalanına inanıp, yüz yıl önce bu toprakları işgâl edenlerin ülkelerine iltica edip kucaklarına oturdular.

Sakın ha!

Millet olarak kötü huylarımızdan biri unutkan ve fazla merhametli olmamızdır. Ama bu huyumuz, varlığımıza ve vatanımıza kastedildiğinde tersine döner ve dönmüştür. O gece vatana kastedenler, teslim olduklarında birkaç tokatla ve yargılanınca müebbet hapisle kurtulmuş olabilirler. Ancak değil benzer art niyetli bir hamle, bunun îmâsında bile pişman olmaya fırsatları olmayacaktır.  Vatan hâini olup yabancı ülkelerde sığıntı hayâtı yaşayanlar, geri dönmek için boş hayâller kurabilir. Asmayıp hapishânede beslediklerimiz de bu hayâllere eşlik edebilirler. Ama bu hayâlin gerçekleşmesi, itin duâsının kabûl olup gökten kemik yağmasından bile daha zordur. Kim ne yaparsa yapsın, bu millet bir daha İstiklâl Marşı yazmak zorunda kalmayacaktır.