KAPİTALİZM VE KRİZLER – II: KRİZLER KAPİTALİZMİN DOĞASINDAN MI KAYNAKLANIR?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Bugünkü yazının amacı "krizlerin kaynağının kapitalizmin doğasında bulunup bulunmadığı" sorusunu cevaplandırmaktır.

Öncelikle bütün okuyucularımın Ramazanı’nı tebrik ederim. Ramazan Ayı, milletimize ve bütün Müslümanlara sevgi, barış, dayanışma ve huzur getirsin. Zaten bu ayın ve bu aydaki ibadetlerin temel amacı bunları üretmektir. Bu köşede geleneğimizdir, Ramazan’a özel yazılar yayınlamak. Nasip olursa Pazartesi günü bu senenin ilk Ramazan yazısını yazacağım.

Bugünkü yazının amacı “krizlerin kaynağının kapitalizmin doğasında bulunup bulunmadığı” sorusunu cevaplandırmaktır. Elbette, bu soru iktisat bilimindeki tartışmaların temelinde yatan bir sorudur. Bu soruya verdiğimiz cevap aynı zamanda dünya görüşümüzü ve dünyaya bakış açımızı da gösterecektir. Bu soruya doğru düzgün bir cevap verebilmek için bazı önemli noktaları açıklamak gerekmektedir. Kanaatim odur ki, bu açıklamalardan sonra krizlerin kaynağı hakkındaki görüşüm daha iyi anlaşılacaktır.

Öncelikle kapitalizmin makineleşmiş üretim sistemi olduğunun vurgulanması gerekir. Bu özellik ikinci özellik olan sürekli büyüme zorunluluğuna yol açmaktadır. Kapitalist bir ekonominin sürekli büyümek zorunda olması, bu ekonomide sermaye birikimi sürecinin önemini ortaya koymaktadır. Krizlere yol açan ana olgu ise bu birikim sürecinin doğal uzantısı olan aşırı yatırım (over investment) ve aşırı kredi (over lending) olgularıdır. 

KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNİN AYIRT EDİCİ VASFI: MAKİNELEŞME

Kapitalist üretim sisteminin farklı tanımlarıyla karşılaşmışınızdır. Örneğin liberal iktisatçılar “kapitalist üretim sisteminin özel mülkiyete, fikir, inanç ve teşebbüs hürriyetine ve serbest rekabete dayandığını söylemektedirler.” Ama bu tanım 18‘inci yüzyılda ortaya çıkan sanayi devrimi ve sonrasında ortaya çıkan toplumu daha önceki ekonomik yapı ve toplumlardan ayırt eden bir özellik değildir. Kapitalizm öncesi köleci toplumda da bütün bu hürriyetler bulunmaktaydı. Feodal toplumda ise inanç hürriyeti haricinde diğer hürriyetler ve özel mülkiyet bulunmaktaydı. Dolayısıyla bu tanım kapitalist ekonomi ve toplumu tam açıklamaz. Öte yandan Marksist iktisatçılar “emeğin bir meta haline geldiği toplum” olarak kapitalist toplumu açıklarlar. Ancak bu tanım da kapitalist toplumun ayırt edici özelliği değildir. Emeğin pazarda alınıp satılan bir meta haline gelmesi feodal toplumda veya köleci toplumda yok muydu? Bal gibi vardı… Üstelik köleci ve feodal toplumlarda emeğin mülkiyetine sahip olma imkânı varken – yani insanlar pazarda davar gibi alınıp satılıyorken- kapitalist toplumda kimse emeğin mülkiyetine sahip değildir, ancak belli bir ücret karşılığında emek kiralanır. Pekiyi nasıl bişr tanım getirmeliyiz ki, kapitalist toplumun ayırt edici özelliği ortaya çıksın? Benim önerim şudur: makineleşmiş üretim sistemi… Kapitalizm kendisinden önce gelen diğer üretim sistemlerinden ilk defa insan eliyle üretilen bir faktörün temel üretim faktörü olması ile farklılaşır: bu faktör üretimde kullanılan makine ve teçhizat, yani fiziki sermayedir. Kapitalizm öncesi toplumlarda temel üretim faktörü toprak ve emek gibi doğaya dayanan ve üretilmesi ekonomiye dışsal doğa kanunlarına bağlı olan faktörlerdi. Bu yüzden ilk çağ ve ortaçağlarda bir ekonominin büyümesi için daha fazla toprak ve daha fazla insana ihtiyaç duyulmaktaydı. Yine bu yüzden devletlerin sınırları çok değişkendi. Kapitalizm sonrası toplumlarda ise Napolyon Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonunda bile ulus devletlerin sınırlar değişmemiştir. Bir ekonominin büyümesi için daha fazla nüfus ve daha fazla toprak değil, daha fazla sermayeye ihtiyaç duyulmaktaydı. Yani özetle diyecek olursak kapitalizm makineleşmiş üretim sistemidir.

MAKİNELEŞMİŞ BİR EKONOMİ SÜREKLİ BÜYÜMEK ZORUNDADIR

Makineleşmiş bir ekonomide temel üretim faktörü olan makineler yani fiziki sermaye de diğer mallar gibi üretilir. Her firmanın iflas etmemesi için her yıl belli bir miktar üretim ve satış yapması gerekir. Bu da, mal ve hizmetlerin üretildiği her sektörde belli bir minimum üretimin zorunlu olduğu anlamına gelir. Aynı şekilde makinelerin üretildiği sektörde de, her yıl, belli bir miktarda üretim ve satış yapılması zorunludur. Yoksa sektör yaşayamaz.

Makine üreten sektörde her sene belli bir miktarın üzerinde üretim ve satış yapılması demek, her sene belli bir miktar veya üzerinde yatırım yapılması anlamına gelir. Yani bir kapitalist ekonominin yaşayabilmesi için her yıl belli bir miktarın üzerinde yatırım yapılması zorunludur. Bu ihtiyaç duyulan yatırım talebinin oluşabilmesi için ekonominin tümünde belli ve düzenli bir büyüme trendi olması gerekir. Eğer sürekli ve düzenli bir büyüme sağlanamazsa bir kapitalist ekonominin kendi başına ayakta duramayacağını söyleyebiliriz. Yani karşımızda yaşamak için sürekli büyümek zorunda olan bir sistem vardır.

SERMAYE BİRİKİM SÜRECİ VE KAPİTALİZM

Bu yazıda, şimdilik, sermaye ile sadece üretimde kullanılan makine ve teçhizattan bahsedeceğim. Daha sonraki yazılarda farklı sermaye tiplerinin farklı birikim süreçleri ve farklı etkilerinden bahsedeceğim. Şimdilik sermaye ile sadece fiziki sermaye kastedilecektir. Ayrıca bir varsayımım da ekonominin dışa kapalı olduğudur. Yani ihracat ve ithalat olmadığı gibi dış borç da mümkün olmamaktadır.

Sermaye birikim süreci ile kastedilen üretim için gerekli olan sermayenin, yani fabrika ve üretim tesislerinin zaman içinde sayıca artması ve bunun için de düzenli ve artan bir yatırım sürecinin olmasıdır. Yatırımların gerçekleşmesi için hem yatırımı yapan firmaların gelecekte daha yüksek satış ve üretim beklentisi içinde olmaları hem de bu yatırımları finanse edecek yeterli tasarrufun sistemde bulunması gerekir. Eğer firmalar ve girişimciler gelecekte daha yüksek satış ve üretim beklentisi içinde değillerse, bankacılık sisteminde bulunan tasarrufların hepsini kredi olarak kullanamazlar ve bu durumda elde tasarruf fazlası oluşur. Öte yandan bazı durumlarda yatırımcılar tasarruflardan daha fazla yatırım talebinde bulunurlar. Bu durumda bir tasarruf açığı oluşur. Tasarruf açığı durumunda kredi faizleri artarak, tasarruf fazlası durumunda ise kredi faizleri düşerek tasarruf yatırım dengesini sağlar. Kısaca söylemek gerekirse, sermaye birikimi için yatırım, yatırımın finansmanı için de tasarruf gerekir.

TASARRUF, YATIRIM VE KRİZLER

Daha fazla sermaye birikimi için daha fazla yatırım, daha fazla yatırım için daha fazla tasarruf, daha fazla tasarruf için daha düşük tüketim gerekir. Neo-Klasik ve Keynescilere göre bu bir problem teşkil etmese de, bazı Yeni Ricardocu ve Marksist iktisatçılar için bu durum sınıf çatışması gösterir. Daha fazla tasarruf için daha az tüketim düşük işçi ücretleri yolu ile sağlanır. Çünkü bu iktisatçıların varsayımına göre işçiler gelirlerinin çok büyük bir kısmını tüketir ve çok az bir kısmını tasarruf ederler. Öte yandan sermayedarlar da gelirlerinin, yani kârların, çok küçük bir kısmını tüketip gelirlerinin büyük çoğunluğunu tasarruf ederler. Sermaye birikiminin devam edebilmesi için, bu yüzden, işçi ücretlerinden her seferinde daha fazla bir miktar kârlara aktarılmalıdır. İşte bu durum sürdürülemez bir durum olduğu içindir ki kapitalizmin belli aralıklarla krize girmesinin gerektiği savunulur. Neo Klasikler, yani liberal iktisatçılar içinse, tasarruf ve yatırım arasında her zaman bir denge bulunur. Yani kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu tasarruf her zaman bulunur, ekstra emek sömürüsüne gerek yoktur. Keynes’e göre ise problem tasarrufların miktarında değil ama yatırımların miktarındadır. Olumsuz beklentilerin olduğu bir ekonomide yatırımlarda düşüş istihdam ve üretim kaybına yol açar. Krizlerde milli gelirin düşmesinin arkasındaki ana unsur yetersiz yatırım ve yetersiz taleptir. Bu yüzden Keynesçiler tarafından talebin kamu harcamaları ile tamamlanması önerilir.

Bütün bu anlattığım hikâyede iki şey öne çıkmaktadır: Birincisi yatırımın kısa vadede talebi (harcama etkisi) ama uzun vadede arzı (kapasite etkisi) arttırması, ikincisi de tasarruf ve yatırım arasındaki iliş-ki. İlki üretimde ve yatırımda gecikmelerin yol açtığı dengesizlikleri gösterirken, ikincisi bankacılık ve finans sistemine atıf yapar. Bankacılık ve finans sisteminin istikrarsız yapısı yatırım ve tasarruf eşitliğinin nasıl ve ne şekilde bozulacağını anlamak için yaşamsal önemdedir.

Krizler kapitalizmin doğasından mı kaynaklanır? Evet, sürekli büyümek zorunda olan, sürekli daha fazla üretmek zorunda olan ama bunu belki nispeten daha az tüketimle yapmak zorunda olan bir sistem. Dahası kredi mekanizması yolu ile sürekli artan borç stoklarına yol açan bir sistem. Krizlerin arkasında çoğunlukla yer alan aşırı yatırım ve aşırı kredi süreçleri de dikkate alındığında krizlerin kapitalizmin doğasından kaynaklandığını söylemek gayet doğaldır.