Vakıf Katılım web

KANA EKMEK BANANLAR

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Bu milletin yerde gördüğünde alıp öperek başına koyduğu ve yüksek bir yere bıraktığı ekmeğe basıyorlar.

Yok yok, şehitlerden ve şehit kanından bahsetmiyorum. Şehitler, övmek ve yüceliklerini anlatmak için bu köşenin ve sayfaların yeterli olmayacağı kadar erişilmez bir yerdeler ve yanımıza inip yeniden oralara çıkmak için can atıyorlar.

Yazının başlığının hedefinde hem ekmeği hem de kanı kullananlar var. Ama ne ekmek kendilerinin, ne de kan. Başkalarının ekmeğini, başkalarının kanına banıp yiyorlar ama doymak yerine nefretlerini daha da acıktırıyorlar.

Bu milletin yerde gördüğünde alıp öperek başına koyduğu ve yüksek bir yere bıraktığı ekmeğe basıyorlar. Basıp da yükseldiklerini zannediyorlar. Ama alçaldıklarını anlamıyorlar. Alçaklıklarının daha da aşikâr olduğunu anlamıyorlar, çünkü bu milletin zekâsının farkında değiller. Kafaları hâriç bütün bedenleri kumun içinde olduğu hâlde, içinde oldukları sefâleti anlayamayacak kadar kör olmuş durumdalar.

İki damla kan görünce, iştahı kabaran sırtlanlar gibi, başkalarının kanlarını içmek gibi rezil bir şey yapıyorlar. Kan kokusunu kilometrece öteden alan aç köpekbalıkları gibi, hemen gariplerin etrâfında dolaşmaya başlıyorlar.

Sözüm ona bir şeylere üzülüyorlar ve bir şeyleri protesto ediyorlar. Aslında üzüntüleri de gözyaşları da protestoları da yalan. Ne tecâvüze uğrayan kadınlar umurlarında, ne şiddet görenler ne de intihar edenler. Ne öldürülen savunmasızlar için vicdanları sızlıyor ne de mâsumiyetin ne olduğunu biliyorlar.

Kendilerince destek veriyormuş gibi gözüktükleri insanların ceplerindeki üç kuruşu kapmak için yaptıkları ucuz dizileri ve filmleri, yazdıkları kitap müsvettelerini, sundukları televizyon ve radyo programlarını kendilerine tezgâh yapıyorlar. O tezgâhın üstünde, bu insanlardan çaldıkları ekmeği yine onların kanına banarken, “insanseverlik rolü”nü o kadar kötü oynuyorlar ki, ağızlarından sızan ve dişlerine yapışan kanı göremiyorlar.

Siyâseten destek vermedikleri kesimin hiçbir mağduriyetini görmüyorlar. İşlerine gelince üniversite öğrencilerine, göçmen ve sığınmacılara, evsizlere destek verirken çektirdikleri fotoğrafları, içtikleri kan üstlerine bulaşmasın diye, peçete gibi kullanıyorlar. Sosyal medyada iki kelimelik paylaşım yapınca adam veya insan olduklarını zannediyorlar.  

Devlete söven devletperest

Bu kanseverlerin bir özelliği de kendi işleri düştüğünde devletin kapısında yatıp kalkmaktan çekinmeyip, içecek kanı başkaları verince devlete nefret kusmalarıdır. Sanat demeye bin şâhidin bile yeterli olmayacağı zırvalıkları önce hor gördükleri halka satıp daha sonra da tabağın dibini sıyırmak için, devlete şirinlik yapanlar, devletin halk için yaptıklarını görmezden gelirler.

Bu kansever devletperestler, aslında devleti çok severler, çünkü devlet onların istediğini yaptığı sürece pek de bir şey yapmaları gerekmez. Devletin önce kendilerini beslemesini ve doyurmasını isterler, ama doymak nedir bilmezler. Kendilerinden kalan kırıntıları paylaşmak(!) onların insânî ve hümanist taraflarıdır. Ne kadar çok şeye sâhip olurlarsa olsunlar, her şeyi devletten beklemek huylarından vazgeçmezler. Bunu yapmaktaki amaçları, herkesin onların hâkimiyetindeki devlete, yâni aslında onlara muhtaç olmasıdır. Yaralı parmağa küçük su dökmeye üşenirler ve “devlet baksın”, “devlet yapsın” deyip dolanır dururlar.

Devleti özel hizmetçileri olarak görürler ama kendilerinden sıra gelirse, vatandaşın derdine derman olmasına izin verirler. Devletin yaptığı güzel şeyleri beğenmezler, kulp takma yarışına girerler. Kendi devletleri ve kendi insanlarının yaptıkları adına övünmek zor gelir. Oysa Atatürk “Türk! Öğün, çalış, güven.” demiştir.

Ama devletin en küçük ihmâlini veya yanlışını, Avrupa kompleksi sebebiyle ayyuka çıkarırlar. Devletin polisi, askeri, savcısı, hâkimi, doktoru, mühendisi, hocası, öğretmeni üzerinden devlete laf söylemeyi farz(!) bilirler. Bu farzı da asla kazâya bırakmazlar, hemen yerine getirirler. Hatta pasaportunu taşıdıkları devletin ihmâli ve yanlışı yoksa ya uydururlar ya da başka ülkelerde olanları Türkiye’de olmuş gibi aktarırlar.

Nefretleri katmerlendikçe katmerlenir, tatmin olmazlar.  Tansiyonları çıkar ve “bu ülkede yaşanmaz” şarkısını söyleyerek soluğu yurtdışında alırlar. Taşıdıkları pasaport sebebiyle “ikinci sınıf insan” muamelesi görseler de, hayran oldukları Avrupa’da alışveriş ve tâtil yaparak rehabilite olurlar.

Hepsinin yaptığı, söylediği, yazdığı, çizdiği yanına kâr kalır. Birbirlerini ikaz etme kültürleri yoktur. Yapılan ayıplara sessiz kalarak birbirlerine destek olurlar. Ne de olsa birbirlerine işleri düşecektir. En haysiyetlisi bile en fazla, devirdiği çamların yanında çok hafif kalacak şekilde, yarım ağızla özür diler. Onda da, yapacakları işlerle ilgili “gişe endişesi” vardır. Kendilerini âit hissetmedikleri toprakların insanını, sömürgeciler gibi kullanırlar. Tuzları kuru olduğu için, bu toprakları sâdece ucuz milliyetçilikle severler ve bunu da millî değerleri suiistimâl ederek yaparlar. Ama yaptıkları başkalarının kanına ekmek banmak ve ardından parmaklarını yalamaktır.