​KADERİN TAYİNİ HAKKINDA...?

Ömer EROĞAN 27 Eki 2017

Ömer EROĞAN
Tüm Yazıları
Çokça dile getirilen "Halkların Kaderlerini Tayin Hakkı" hakkında hatırlanan ve düşünceye temel teşkil eden; sırasıyla Lenin ve Stalin'in Bolşevik doktrini olarak sundukları ( 1913-14 ), W. Wilson'un büyük cihan harbi sonunda bir daha insanlığın böyle bir harp yaşamaması amacıyla açıkladığı prensipler diye anılan 14 İlkenin 5. Maddesi (1918) ve Birleşmiş Milletler'in "Self Determinasyon" kavramı ve "İkiz Sözleşmeler" dönemi.

Çokça dile getirilen “Halkların Kaderlerini Tayin Hakkı” hakkında hatırlanan ve düşünceye temel teşkil eden; sırasıyla Lenin ve Stalin’in Bolşevik doktrini olarak sundukları ( 1913-14 ), W. Wilson’un büyük cihan harbi sonunda bir daha insanlığın böyle bir harp yaşamaması amacıyla  açıkladığı prensipler diye anılan 14 İlkenin 5. Maddesi (1918) ve Birleşmiş Milletler’in “Self Determinasyon” kavramı ve “İkiz Sözleşmeler” dönemi. Öncelikle daha çok  hatırlanan da Wilson prensipleri içindeki 5. maddedir. Bu düşünce ve ya prensipler denilenin ortaya atılmasından bu yana geçen yüz yıllık süre içerisinde bu nedenle yüzlerce devlet kuruldu ve jeopolitik sahada arz ı endam ettiler. Acaba gerçekten de kaderlerine sahip mi olabildiler? Geçen yüz sene boyunca insanlığa etkileri neler oldu ? 

Başlangıçta Wilson Prensiplerinden  “Halkın kendi kaderini tayin hakkı” bölümü hususunda “Halk” tanımı hukuki belgelerde tanımlanmamış olmasına rağmen öncelikli anlamın zamanın şartlarına göre sömürge yönetimleri altındaki halklar hedeflenerek konulmuş olduğu düşünülebilir.  O dönemde etnik bir anlam yüklenmediğini belki söyleyebiliriz, yani buradaki azınlık kavramı tamamen sömürge yönetimleri altındaki toplulukları ifade ediyor denilebilir. Emperyalist bir devletten kurtulmak kendi kaderini tayin için yeterli koşul mudur? Eğer öyle olduğunu düşünür isek bu sebeple her kurulan yeni devlette halkın kendi kaderini tayin ettiği anlamını çıkartmamız lazım gelir. Halbuki klasik kolonyalist dönemin son bulması ve eski emperyalist güçlerin hükmettikleri geniş coğrafi bölgeler halkları yani din, mezhep, etnik kök ve kültür farklılığına sahip ne kadar topluluk var ise “bağımsız!” oldukları zaman ufalanarak yeni egemenliğin altına alınabilmelerinin ne ölçüde kolaylaştığı ve yeni sermayeye açıldıklarını bilhassa II. Harp sonrası Wilson planının ne denli gerçekleşerek bu sermayenin eskisinin yerini aldığını ve hatta bazılarınca “Neo Kolonyalist” dönem olarak adlandırılan süreçte görmüş olduk. Belki, Wilson safiyane bu ilkenin Orta Avrupa’ya istikrar getireceğini de düşünmüş olabilir, fakat Hitler’in 1930’larda yeni kurulan devletler için bunu baltalama amaçlı kullandığını ve bu örneğin hala da geçerli olmasından bu ilkenin gittikçe ne denli muğlak hale geldiğini fark ediyoruz.

Nihayet, öncelikli  Birleşmiş Milletler ilkesine dönüşen “Self Determinasyon” (kendi kaderini tayin) konusu uluslararası hukuk kavramı olarak ortaya çıktı ve ikiz sözleşmeler süreci yaşandı. Kuruluşun ana amaçlarından biri olarak görülen bu husus sayesinde ve bu sebepten dolayı BM’nin iç çatışmalara bu ilkenin uygulanmasını sağlamak amacıyla karışabildiği de  görüldü. Bir tanıma göre, Self Determinasyon; -halkın idaresi altında yaşayacakları ve ya yaşadıkları hükümet şeklini seçme hakkı-  burada ki halk kavramı kendi içinde belirsizliğini barındırmaktadır ve daha böyle de süregideceğe benzer …   

Bir başka gözle baktığımızda, bugün dünyada sadece bir avuç ülkenin haricinde hiç biri homojen yapıya sahip değildir, zaten olmasını da bekleyemeyiz. İnsanlık tarihi dediğimiz bütün toplulukların ortak tarihi olarak karşımızda durmakta.  Halihazırda, Avrupa’da bu sıralar girişime başlayan Katalonya haricinde İskoçya, Flaman bölgesi, Bavyera, Güney Tyrol, Korsika, İspanya-Bask Bölgesi gibi niceleri sırada beklemekteler. Sırbistan, Kırım, Nijerya örnekleri ve daha niceleri önümüzde. En belirgin örnek, Somali’nin, sömürge yönetimi tarafından kurulan ve birçok kabileden müteşekkil komşusu Kenya’nın kuzey doğusunda yaşayan ve aynı zamanda diğer komşusu Etiyopya’nın güneyinde yerleşik ve Somali kökenli topluluklar oldukları iddiası ile; bu komşu topraklarda yaşayan bu azınlıklar için kendi kaderlerini tayin etmeleri ilkesi uyarınca ayrılma hakkı verilmesi taleplerinin reddi neticesi çıkan bir dizi bölgesel savaşa yol açtığını ve kendi içinde çıkan klanları arası savaşa kadar varmış olması. Bu kargaşa ve devam eden telefat sonucu bir küçük bölge Somali ismini belki hala taşıyor amma BM üyeliği dahi kalmadı.

Herhalde tek istisna Çekoslovakya’nın anlaşma yöntemiyle dostane boşanıp iki egemen ülkeye dönüşebilmiş olmasıdır. Fakat 1918’den Habsburg İmparatorluğu’nun dağılmasından itibaren Südet bölgesi nedeniyle başlayan sorunlar zinciri ve II. Harp ve sonrasında çektikleri, hasılı yüz yıllık sıkıntıların tecrübesiyle bu denli bir olgunlukla uzlaşıya varabildikleri düşünülebilir. Yahut nadiren çatışmaksızın, dağılmaksızın dolayısıyla yapıyı dış etkileşime daha kapalı halde muhafaza ederek 1947 Hindistan örneğinde olduğu gibi bir dize etnik düşman grup, karmaşık bir mozaik bütününün birbirine geçmiş parçaları halindeki büyük topluluğu devam ettirebildiler, belki büyük harpte oldukça yıpranmış Batı güçlerinin yoğun olarak kendi aralarındaki hesapların temizlenmesi dönemine tesadüfen zamanın denk gelmiş olması da bu sonucu doğurmuş olabilir. 

İşte böylece, bu “kaderin tayini” kavramı genelde, dünya bütünün de ve bilhassa şartlardan dolayı kültürel olgunluğa varamamış toplulukların bölgelerinde, çoğunlukla da ilkel fırsatçı amaçlarla doğal kaynaklardan daha çok faydalanmaya dayalı olarak talep haline dönüşmekte ve de hep bir dış etkileşim işaretini barındırmaktadır. Tarihsel ilişkilerimiz neticesi ve  tabiatıyla da organik ilişkilerin halen devam ettiği Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da bu “Kaderin tayini” ilkesinin devamlı trajik çatışma ortamları yaratarak sürekli bölünmelere yol açtığını yakından, Afrika gibi biraz daha uzaktakileri de takip edebildiğimiz kadarıyla büyük üzüntüyle izliyoruz … 

Bu,  felsefi açıdan bakıldığında belki kulağa oldukça hoş gelebilecek fakat zamanlar içerisinde gittikçe çok muğlak bir ilke haline dönüşen, uluslararası hukukta yer verilmiş olmasına rağmen adil temele oturtulamamış “Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı “ne menem bir kavram ise; yarattığı kargaşa sonuçta insanlığı büyük harpten, daha büyük telefata yol açan, bitmez tükenmez sürekli küçük savaşlar dönemine taşıdığı gerçeğini mucitleri öngörebilmiş olsalardı ihtimaldir ki insanlık topluluğunun bireyleri olarak herhalde hiç düşünmezlerdi dahi veya daha az zarara yol açacak bir ilke/kavramı insanlığa miras bırakabilirlerdi belki…