​İSLAM ALEMİ NEDEN GERİ KALDI? - I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
İbn-i Sina: tıp ilminin Orta Çağ'daki dev ismi ve sistem sahibi filozof, Farabî: sistem sahibi büyük filozof, Ibn-i Haldun:

İbn-i Sina: tıp ilminin Orta Çağ’daki dev ismi ve sistem sahibi filozof, Farabî: sistem sahibi büyük filozof, Ibn-i Haldun: Sosyal Bilimlerin ilk büyük ismi, Ebu’l İzz El Cezerî: Sibernetiğin (Robot biliminin) ilk büyük ismi: Cabir ibn-ül Hayyân: Matematikçi ve kimyacı, nükleer gücü teorik olarak modelleyen ilk alim, Ali Kuşçu: Matematikçi ve astronom, Sabuncuoğlu Şerafeddin: Erken dönem Osmanlı devrinde büyük hekim, ilk defa kanser ameliyatı yapan insan ve benzerleri… Bunları niye mi saydım? Çünkü İslam aleminin bugünkü durumuna baktığımda, bilgisizlik ve cehalet kaynaklı bir fecaat görüyorum. Bazılarının dediği gibi “Genelde din özelde İslâm toplumların geri kalmasının bizatihi ana sebebidir.”, mealindeki görüşü doğru da bulmam, inanmam da… Dahası,  bu görüşü savunmanın hiçbir bilimsel tutarlılığı da olmadığını iddia ederim. Ama, tam da şu sıralar, nereye baksak nereye gitsek şu soruyla karşılaşıyoruz: İslam Alemi neden geri kaldı? Eğer, benim ve çoğumuzun inandığı gibi din bunun sebebi değilse, o halde, bu sorunu nasıl açıklarız? Yukarıdaki saydığım isimleri ve nicelerini çıkaran bir uygarlıklar ailesi, bugün nasıl azgelişmişlik, cehalet, despotluk ve iç savaş çukuruna düştü? Birkaç yazı bunlar üstünde duracağım. Bugün bir başlangıç yapalım ve bir fantezi üzerinden hayal gücümüzü çalıştıralım. İnceleyeceğimiz “İman ve Akıl çelişir mi?” sorusu olacaktır.         

“Gelenekten Geleceğe İslami Düşüncede Yenilik” adlı kitabının girişinde Mehmet Zeki İşçan Hoca şöyle der: 

“Dostoyevski’nin meşhur romanı Karamazov Kardeşler’de bir tür negatif diyalektik denebilecek, Hz. İsa ile “Büyük Engizisyoncu” arasında bir konuşma geçmektedir. Buna göre 16. Yüzyılda, İspanya’da bir şehre Hz. İsa gelir. Sokaklarda dolaştıkça insanlar etrafına toplanırlar. Kardinal, muhafızlarına Hz. İsa’yı tutuklamalarını emreder. Gecenin ilerleyen saatlerinde büyük engizisyoncu olan kardinal Hz İsa’nın hücresine gelir. Hz. İsa’ya onu neden hapse attığını ve işlerini yapmasına neden izin veremeyeceğini anlatır. Engizisyoncu, çölde ruhuna musallat olan üç iğvayı kabul etmediği için Hz. İsa’yı kınamaktadır.

İlk iğva, taşları ekmek yapma çağrısıdır. Hz. İsa bunu reddetmiştir. Çünkü ekmekle satın alınan iman ve itaat değersizdir. İkinci iğva mucizedir. Hz. İsa çarmıhtan inmemek suretiyle insanların gözlerini olağanüstü şeylerle boyamaktan kaçınmış, onları, ağızlarını hayretten dört karış açmış şekilde görmek istememiştir. Çünkü o, özgür ve açık imanın peşindedir. Olağanüstü güç gösterisi insanları köleleştirmeye vesile olabilir. Halbuki Hz. İsa, kör itaat taraftarı değildir. Üçüncü iğva, Sezar’ın kılıcı olması istenmesidir. Hz. İsa bunu da reddetmiştir. Çünkü siyasetin doğası ile imanın doğası aynı değildir. Biri güç, diğeri merhamettir. 

Büyük engizisyoncu ile anlatılmak istenen metaforu İslâmi hareketler ve İslâmi düşünce alanına taşımak mümkündür.”

Burada üç nokta göze çarpmaktadır: Parayla satın alınan iman, mucizelere bağlı iman, siyaseten iman… Her bir nokta bir ilişkiye değinmektedir ki, bunlar sırasıyla imanın ticaretle, imanın göz boyamayla ve imanın siyasetle ilişkisidir. Bu üç ilişki de, en hafif tabirle çeşitli derecelerde ahlâksızlık sergilerken en ağır ifadeyle şirke kadar gidebilecek durumları gösterir. İmanın aslı, İslâm’a göre, Allah’ın varlığına imandır. Allah’a iman ise, daha sonra meleklere, kitaplara, resullere, ahiret gününe, kadere ve hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı gerektirir. Ama bu yan esaslar, hepsi, ana esasa bağlıdır: Yani Allah’a iman. Allah’a iman sadece Allah’ın bir Rabb olarak var olduğuna inanmak değildir; ayrıca, ondan başka bir ilâh / tanrının olmadığını da kabulü gerektirir ki, buna Kelime – i Tevhid denmektedir: “Lâ ilâhe ill’Allah.” Kelime – i Tevhîd, Allahtan başka bir otorite kabul etmemek anlamına gelir. Yani, Allah’tan başka herhangi bir hocaya, şeyhe veya gavsa, falanca veya filanca siyasi lidere ve hiçbir ideolojiye boyun eğmemeyi, kul olmamayı bilerek kabul etmek demektir.    

Türklerin büyük çoğunluğunun bağlı olduğu Hanefî mezhebinin kurucusu İmâm- Azam’a göre iman üç fasılda gerçekleşir: “Gönülden iman etmek, imanını akılla doğrulamak ve dille ikrar etmek.” Bu Hanefi – Maturidi ekolün görüşüdür. Ancak, bugün bize akılla doğrulama kısmını anlatmazlar, sadece “Gönülden iman etmek ve dille ikrar etmenin” yeterli olacağını söylerler ki, bu, Eş’ari ekolün görüşüdür. “Hocam, çok mu önemli akılla doğrulamak, adam inanıyor ya, yetmez mi?” diye sorarsanız, işte o zaman ben de derim ki: “Akılla doğrulamak olmaz ise insan neye, niye ve nasıl iman ettiğini bilemez. O takdirde şeytanın iğvalarından birine kapılabilir. Hem akılla doğrulamak bizatihi Hz İbrahim’in iman sürecinin temelidir. (En’am Sûresi, 74-83. Âyetler)” Bu bakış açısı, İmam-ı Âzam’ın El Alim ve’l Müteallim adlı eserinde dile getirilmiş ve daha sonra da İmam’ın kelâmdaki takipçisi olan İmam-ı Mâturidi tarafından da kabul edilmiştir.  

Eğer bizler Müslîm ve Mü’min isek, bugün çok saldırılan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât ekolünün kabulüne göre “Allah’a teslim olmuş barışçı bireyler – Müslîm” ve “Allah’a güvenerek inanan ve kendisi de başkaları için güvenilir olan bireyler – Mü’min” olmalıyız. Ticaret, göz boyama ve siyaset maksadı veya vasıtasıyla iman olmaz; çünkü, ticaret ile “Allah’a teslimiyet” çelişir, siyaset ile hem “Allah’a teslimiyet” hem de “barışçılık” çelişir ve “göz boyama” ile de “Allah’a güvenerek iman” ilkesi çelişir. Bu demek değildir ki, Mü’min ve Müslimler ticaret yapmasın veya siyasete girmesin. Burada men edilen olgu, bu ikisini iman için bir gerekçe veya bir vasıta kabul etmektir. Göz boyama ise cehalet kaynaklı ise en basitinden şarlatanlık, bilerek yapılıyorsa en ağırından şirk ve münafıklıktır. 

Dostoyevski’nin metaforunu alalım ve ufak bir değişimle kendimize uyarlayalım: Farz-ı muhal, Peygamber Efendimiz bugün aramızda olsaydı, ne derdi, ne yapardı ve kimler tarafından lanetlenir ve tehdit olarak görülürdü? Bu fantezi üzerinden gidelim…

Bugün Peygamber Efendimiz aramızda olsaydı muhtemelen birbirini kesen, tefrika içinde birbirine düşman kesilen Müslümanları gördüğünde ne derdi? Çok uzağa gitmeye gerek yok, zaten Veda Hutbesinde söylemiştir: “Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.” Yani Müslümanların güç, servet ve iktidar için birbiriyle savaşması onları Mekkeli müşrikler seviyesine indirecektir, net. Peygamber bunu bugün söylese muhtemelen neredeyse bütün krallar, aşırı mezhepçi siyasi liderler, tarikat şeyhleri Peygamberi (haşâ) sahtekâr ve bozguncu ve hatta Deccal olarak nitelendirecektir. 

İslam dünyasındaki yaygın fakirlik ile belli ailelerin elinde toplanmış yoğunlaşmış serveti ve genellikle tek adam / kral / sultan rejimlerini gördüğü anda, hiç şüphesiz Peygamberimiz Karun kıssasını hatırlatacak (Kasas Sûresi 76-83’cü Âyetler) ve Bakara Sûresi ilk beş Âyete referans vererek zenginlerin servetini fakirlerle, alimlerin ilmini halkla, yöneticilerin güç ve iktidarlarını yönettikleriyle paylaşmadıkça takva sahibi olamayacaklarını, dolayısıyla kurtuluşa eremeyeceklerini televizyonlarda, sosyal medyada söyleyecekti. Muhtemelen iş adamları, bankacılar, siyasetçiler ve sistemin adamı olan akademisyenler tarafından anarşist, komünist, bölücü ve en iyi ihtimalle meczup ilan edilecekti. 

Bu fantezi gerçek değildir, ama bir de gerçekleşseydi böyle mi olurdu gerçekten? Cevabınız “evet” ise, o takdirde siz de geri kalmışlığın, sefaletin sebebinin din olmadığını anlamışsınız, demektir. Yani, akletmeden, düşünmeden, sorgulamadan iman kitleleri güç ve servet sahiplerinin oyuncağı haline getirdiğini düşünmektesiniz, demektir. Neyse, Cuma’ya devam etmek üzere şimdilik hoşçakalın…