İNSAN TARLALARI

Dr. İlhami FINDIKÇI
Tüm Yazıları
Topluluğun bulunduğu alanın kocaman kapısından girdiğimde heyecanıma derin bir ürperti de eklendi.

İnsanların karşısında konuşmak hep heyecanlandırmıştır beni. Katılımcıların kaç kişi olduğu yahut konuşmanın yüz yüze veya elektronik ortamda olması önemli değil. Size kulak verenleri, kelime dünyanızın gizemleriyle tanıştırmak, zihninizin ve gönlünüzün içeriği ile buluşturmak, onlardan gelen bildirimlerle zenginleşmek ama en önemlisi onlarla beraber düşünmek ve akletmek, ne müthiş bir keyif.

Alışık olduğum toplulukla bugünkü buluşmanın heyecanı, daha evden çıkarken başlamıştı. Ne konuşacağım, neleri paylaşacağım, hangi derdime derman arayacağım belliydi ama canlı yayınlar öncesine benzer heyecanı, iliklerime kadar hissediyordum.

Topluluğun bulunduğu alanın kocaman kapısından girdiğimde heyecanıma derin bir ürperti de eklendi. Zira ölüm sessizliği misali büyük kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Nihayet müthiş bir dinleyici grubunun içindeydim. Son derece disiplinli ve hepsi aynı yöne bakacak şekilde nizami olarak dizilmişler. Onları kolay tanıyalım diye hepsinin önlerinde isimleri yazılı. Biraz dikkatli bakılsa yaşları da fark edilebiliyor.

Çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler ama daha çok yaşlılardan oluşan kalabalık, son derecede saygılı ve huşu içinde. Dünyadan haber verecek ve derdine derman arayan misafir konuşmacılarını bekliyorlar.

Ön sıradaki annemin ve babamın gözlerini yakalamaya çalıştım. Ve konuşmama Fatiha suresiyle başladım. İnsan tarlasının sakinleriyle hiçbir kısıtlama hissetmeden özgürce sohbet ettim, sorular sordum, cevaplar vermeye çalıştım. Bütün bildiklerimden kaçarak, bolca düşündüm, kalbimin sesini duymaya çalıştım. Bildiğim yalan dünyanın gerçeklerine ara vererek bilemediğim ötelerin gerçeklerine aşina olmaya yöneldim. Ve nihayet konuşmadan ders veren bu tarlanın sakinlerinin kapılarını çaldım. Belki kendi kapımın yolunu bulurum diye.

“DOĞMAKLA BAŞLAR ÖLÜM”

Kabristandaki kalabalığın içindeki bu sessizlik, gerçek ile ötesini düşündürdü yeniden. Acaba üzerinde yaşadığımız dünya mı gerçek yoksa toprakla buluşan mevtaların dünyası mı gerçek? Acaba bu dünyada yaşayanlar mı yoksa toprağın altındakiler mi gerçek ölü? Acaba yaşayanların mı ölülere yoksa ölülerin mi yaşayanlara ihtiyacı var? Yoksa ölümle aslında kendi gerçeğimize mi doğuyoruz?

Atilla İlhan’ın Diyalektik Gazel şiirindeki bir dörtlüğü imdadımıza yetişiyor:

“Nasıl doğmakla başlarsa ölüm

Ölmekle başlar öyle hayat

Bil ki dünyayı sarsan sıçramalar

Birikmiş şuurlarla gelir”

Küçük yaşlardan beri mezarlıkları, insan tarlalarına benzetirim ve konuşmalarımda da bir metafor olarak kullanırım. Nasıl ki her köyün, kasabanın, şehrin etrafında orada yaşayanları bu dünyaya bağlayan ve ekin ekerek mahsul topladığımız geçim kaynağı olan tarlalar var. Benzer biçimde mezarlıklara koyduğumuz canlar, kabir tarlasına ektiğimiz ekin misali yaşayanları, öbür âleme bağlayan yegâne kaynağımız.  

Aslında insanın bu âlemde geçici olduğu, esas gerçeğin ölümden sonraki âlem olduğu, kutsal inanç sistemleri tarafından kabul edilmiştir. Diğer yandan tarih boyunca bilim adamları da deneyimleyebildiğimiz gerçeklikle deneyimleyemediğimiz gerçek ötesine ilişkin düşüncelerini aktara gelmişler.

“KAVANOZDAKİ BEYİN”

Descartes’ın şüphecilik yaklaşımından hareketle Hilary Putnam’ın geliştirdiği; insan beyninin özel bir sıvı içinde korunarak gelişmiş bir bilgisayara bağlanması ve beynin sanal bir gerçeklikle yaşatılmasına dayanan düşünce deneyi teorisi var. “Kavanozdaki Beyin” (BIV, Brain in a vat) teorisini kaynak alan pek çok bilim kurgu eseri vardır. Burada insan beyninin, gerçekle gerçek olmayanı algılama, anlama ve düşünme biçimlerinin sanal ortamda gerçekleştirilmesi ve insanın, tamamen özel ortamlarda yetiştirilmesi hedeflenir.

“İnsan Tarlaları” kavramının konu alındığı bilim kurgu türündeki eserlerin başında sinemaya da uyarlanan ünlü Matrix filmi (Wachowski Kardeşler, ABD, 1999) öncelikle akla gelir. Bu filmde, insan ile makinelerin savaşında yenilen insan ırkı, insan tarlalarında uyutularak makineler için enerji üreten bir kaynak olarak kullanılır. Böylece yaşadıklarını zanneden insanlar, aslında gerçekte uyuyor ve yaşayan toplumu oluşturan makineler, yaşam enerjilerini insan tarlalarına ekilen bedenlerden sağlıyor.

Aslında kabristanlar, insan tarlası görmek için sanal ortamlar ve bilim kurgu filmlerden daha etkili ve somut bir gerçeği gözlerimizin önüne seriyor. Varoluş hakikatimizi tehdit eden modern dünyadaki resmimize bir de kabristanlardan bakmak, kendi gerçeğimizle yüzleşmemizi sağlayacaktır. Zira kabristanlar, yaşayanların yegâne enerji kaynağı olabilir. Geldiğimiz yeri, gideceğimiz yeri, yaşadıklarımızı, yaşama ihtimalimiz olacakları kısacası hayatı bir bütün olarak gözden geçirmek için paha biçilmez bir fırsat alanıdır mezarlıklar.

Düzenli şekilde kabristan ziyareti yapmak ve orada kendimizi toprakla buluşmuş olarak hayal etmek; yaşamımıza yeni anlamlar yüklememize, psikolojik dengemizin yerleşmesine, eğri davranışlarımızın düzelmesine ve nihayet yaşam enerjimizin yenilenmesine yardımcı olur. Dolayısıyla önlenemez arzularımızla baş etmek, davranışlarımızı gözden geçirmek ve kendimizi onarmak için sık sık mezarlıkları ziyaret etmek, iyileştiren bir ilaç etkisi sağlayacaktır.

Bunun içindir ki kültürümüzün şehir yapılanmasında mezarlıkların önemli bir yeri vardır. Yerin üstünde yaşayanlar yerin altında yaşayanlarla iç içedir. Ölüm, hayatın dışına itilmemiştir aksine insanlar yaşarken ölüm gerçeğiyle birliktedir.