IMF, ÖZELLEŞTİRME VE TARIM POLİTİKALARI

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Sevgili dostum Cemil Ertem'le geçen gün bir konuşmamızda Türkiye'nin en çok "neo-liberal" adı altında toplanan IMF politikalarından muzdarip olduğunda hem fikir olmuştuk.

Bu durum bize “Soğuk Savaş” döneminin kötü bir mirasıdır. Bugün bütün veçheleriyle karşı karşıya geldiğimiz emperyalizmin iktisadi yüzünü oluşturan finans – enerji – silah sektörlerindeki kartellerin resmî ideolojisi diyebileceğimiz “neo-liberalizm”, soğuk savaş yılları boyunca, özellikle gelişmekte olan ülkeleri Atlantik merkezli emperyalist gücün güdümüne sokmayı amaçlayan ve onları emperyalist güce bağımlı kılan politikalar bütününün savunusudur. Nedir bu politikalar? Neo-liberalizmin bizim gibi ülkelere biçtiği reçete üç ana sütun üstünde yükselir: Özelleştirme – dış mali liberalleşme – esnek istihdam.

Küreselleşme, 1970’lerin sonundan itibaren etkisini hissettirmekle birlikte ABD’nin bu küreselleşme dalgası üstünde yükselerek dünyada tek egemen güç olma stratejisi de gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Bu egemenliğin önündeki en önemli engel sosyal devlet ve milli-üniter devlet yapılarıydı. Gelişmiş ülkeler dünyasında – milli devletler hiç sorgulanmazken- hedefe konan sosyal devlet oldu. Sosyal Devlet, ana amacı ülke içinde kapitalizmin yol açtığı eşitsiz gelir ve servet dağılımını düzeltmek olan bir devlet yapılanmasıdır. Bu yolda, işçi ve çalışan hakları devlet güvencesine alınır, kamu işletmeleri ve piyasa regülasyonları ile iktisadi dağılım toplumun tümünün menfaatine olacak şekilde düzenlenir, yüksek gelir ve servet sahipleri daha yüksek orandan vergilendirilir. Herkesin anlayacağı dille ifade edersek, Sosyal Devlet “zenginden alıp fakire veren” devlettir. Batı’nın gelişmiş ülkelerinde sosyal devletin tasfiyesi 1980’lerin başında Reagan ve Thatcher yönetimleriyle başlayıp tatlı su solcusu Blair, Clinton ve Schröder yönetimleriyle taçlandırıldı. Solun iki yüz yıllık mazisi dev kartellere ve ensesi kalın göbeği şiş kapitalistlere karşı mücadeleye dayanırken, bu tatlı su solcuları da işçi sınıfı savunusunu iptidai ve gerici olarak tanımlayan ve eşcinsel haklarını savunup sapkın dini cemaatleri “sivil toplum örgütü” olarak kabul eden “liberal – sol” düşünceyi öne çıkardılar. Bu arada sosyal devletin yok edilmesini perdelediler. Yeni kurulan devletler artık sosyal devlet değil ama büyük sanayi ve finans konsorsiyumlarının temsilcilerinin devleti konumuna geri döndüler. Onun için bu yapı neo-liberalden çok neo-merkantilist bir mahiyet arz etmektedir. Gelişmiş ülkelerde bu özelleştirme ve esnek istihdam - çalışma güvencelerinin ortadan kaldırılması ve sendikaların zayıflatılması- politikaları ile yürürlüğe kondu.

Gelişmekte olan ülkelerde ise kuvvetli milli devlet yapıları ve bazılarında da yarım yamalak sosyal devlet uygulamaları bulunmakta idi. İlk iş olarak liberal solcuların başı çektiği bir koçbaşı ile milli devletin kalelerine saldırdılar. Ne kadar kamu kuruluşu varsa haraç mezat elden çıkarılmalı, ülke hem mal ve hizmet ticaretinde hem de finansal işlemlerde sonuna kadar dışa açılmalı, gerici ve iptidai işçi hakları gevşetilmeli, sendikalar lağvedilmeliydi. Bunların yanında, ülkelerin milli birliğini sağlayan değerler tartışmaya açılmalı, ne kadar etnik ve dini azınlık cemaati varsa onlara kolektif haklar verilmeliydi. Ülkenin özgürleşmesi için emperyalistlerin firmaları tarafından kurulan “uluslararası topluma” biat edilmeliydi. Bu süreç aynen 1980’lerden 2014 yılına kadar ülkemizde de yaşanmıştır.

Ana amaç gelişmekte olan ülkeleri ucuzlatılmış işgücü maliyetleri ile “uluslararası toplumun” üretim merkezlerine dönüştürmek – yanlış anlamayın üretimi o ülkelerin yerli firmaları değil, Amerikan, Alman, Japon firmaları yapacaktı, DMD- ve kendi mallarını kitlesel halde satacak pazarlar haline getirmekti. Gelişmekte olan ülkelerde yetersiz geliri kendi verecekleri dış borçlarla takviye edecekler, yerli üretimi tarım ve sanayide sıfırlayıp ülkenin işgücünü kendi firmalarının çalışanları haline getireceklerdi. Bunun için hem özelleştirme ve dış mali liberalleşme hem de esnek çalışma sistemi bir kurtarıcı reçete olarak sunuldu. Bu paket programa kısaca IMF Ekonomi Politiği diyebiliriz. Bunun 1980 sonrası ülkemizdeki tüm savunucuları herkesin malumu. Bunlara medyadaki beyazlatılmış Türkleri ve liberal – sol aydınlatılmışları da dahil edebiliriz. Herkesin anlayabileceği bir dille ifade edersek, bu politika “Türk Milletinin üreticiliğini körelt ve yabancıların çalışanı haline getir, fakirden al zengine ver” politikasıdır. Bu süreç içerisinde PeKeKe ve FETÖ – PDY paydaş ve bileşenlerinin de ciddi katkısı bulunmaktadır.

2014 yılından itibaren Türk Devleti başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere bu şer cephesine savaş açmış ve milli devleti yeniden kurmayı amaç edinmiştir. Otomotiv sanayi ve savaş sanayine destekler, ileri teknoloji yatırımları, ulaştırma alt yapıları öne çıkarken, Atlantik güdümündeki teröre karşı cepheden taarruz başlamış, terörün kaleleri birer birer düşürülmektedir. Ancak böyle bir konjonktürde, yerli ve milli üretime en fazla destek verilmesi gereken bir dönemde, bir bakıyoruz memleketin medar-ı iftiharı şeker fabrikalarının özelleştirileceği duyuruluyor. Bir taraftan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut yabancı menşeli nişasta bazlı şekere yazdığı onlarca yazı ile savaş açmış iken, Cumhurbaşkanı’nın kendisi “kimsesizlerin kimsesi sessiz yığınların sesi milli ve yerli devlet” sloganını seslendirirken şeker fabrikalarını satmak ne demek oluyor? Maliye para mı yetiremiyor? Servetine servet katan rantiyeleri, emlak simsarlarını, ihale üstüne ihale kapan para babalarını, kâr üstüne kâr yapan holding ve bankaları vergilendirmeyeceksin, ama ülkenin stratejik kurumlarını haraç mezat satacaksın; bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Sayın Yiğit Bulut, “Sayın Cumhurbaşkanı’mız buna asla müsaade etmez!” diye bir demeç verdi, ben de aynı yönde temenniler taşıyorum, ama bu olayın konuşulması bile fecaattir.

Türkiye vatan savaşı verirken, Mehmetçik hem hain terör örgütlerine, hem ABD’ye hem de Esat Rejimi ve İran’ın provokasyonlarına karşı canını dişine takıp savaşıyorken, biz hala daha düşmanın kayığına binmek istiyoruz. Eğer bu kayığa binersek, kayık batacak haberiniz olsun! Biz de boğulup gideriz. Herkesi akl–ı  selime davet ediyorum.