GENÇLERİN SEÇİMİ

Ümit G. CEYLAN 10 Eyl 2020

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Günümüzde en büyük yakınmalar çocuk ve gençlerin internetten başlarını kaldırmadıklarından yönünde oluyor. Doğru, evet böyle bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Eskiden çocuklarımızı TV'den koruyalım derken şimdi onun yerini önüne geçilmesi daha zor olanı aldı.

İnsan neyi arar? Hayatın anlamı nedir? Başarı, aşk, güç, para, konfor ve daha birçok şey insanoğlunun bu dünyadaki anlam arayışını nasıl şekillendirir? İnsan her yaşta aynı insan değildir. Aradıkları da aynı değildir. Başlangıçta içine doğduğu aile, içinde bulunduğu ortam insanın dünyaya bakışını şekillendirir. Bir insan hayatının baharında seçimlerle karşı karşıya kalır. Bu seçimlerin bir kısmı etrafı tarafından empoze edilir. Kimisinin seçimleri bulunduğu şartlardan dolayı mecbur kaldığı seçimlerdir. Böyle bir hayatı yaşamak zorunda kalabiliriz. Yani bize dayatılan bir seçimin hayatını. İşte gerçek hayat da bundan sonra başlar; mücadele, kararlılık, azim, inanç ve umut. Bazen de istediğimiz seçimi yapar ve bir yerlerde yanıldığımızı anlarız. Sonuçta ister dışarıdan dayatılan bir seçim olsun isterse kendi seçimlerimiz olsun bu hayat bizimdir.

Ne istediğini iyi bilmelisin

Bu cümleler elbette daha çok gençlerimize hitaben yazılıyor. Çünkü onlar daha hayatın başındalar. Seçim yapacaklar ya da yaptılar veyahut da seçim aşamasındalar ve düşünüyorlar. Bende bu arada devreye giriyorum ve gençlerin kendilerine sormalarını istiyorum. Ne istediklerini bilmeleri için öncelikle kendilerini tanımaları gerekiyor. Yeteneklerini, isteklerini seni heyecanlandıran ve içinde yatan aslanı keşfetmelisin. Bu yüzden önce kendini tanıyarak başlamalısın hayata. Kendini tanımak başkalarının senin hakkında söyledikleri şeyler değildir. Kendinle baş başa kalıp kendini sorguya çektiğin kendinden kendine konuştuğun, tarttığın kendine samimi davrandığın andır. Böyle bir dönemi yaşarken insan o yaşlarda soracak, danışacak bir rehber veya öğretmen arar.

Rehber internet

Günümüzde en büyük yakınmalar çocuk ve gençlerin internetten başlarını kaldırmadıklarından yönünde oluyor. Doğru, evet böyle bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Eskiden çocuklarımızı TV’den koruyalım derken şimdi onun yerini önüne geçilmesi daha zor olanı aldı. İnternet bir şeylerin yerini aldı ve toplumda bilge kişiler azaldı. Ya da görünürlükleri yok. Medya çok güçlü ve kuşatıcı bir ortam sunuyor yeni kuşaklara. Aynı zamanda yeni bir dil ve yeni bir iletişim ortamı sunuyor. Yeni kuşaklar asıl aramaları gerekenin ne olduğunu bilmezlerse işte o zaman rehberi internet olur. Bu yeni medya ortamını bilen günümüz iletişim dilini çözmüş gençleri bu ortamın içinde huzura çekecek rehberler lazım. Zira bu internet ve onun getirdiği uçsuz bucaksız dünya bir kara delik gibi. Rehbersiz girildiğinde önce insanı ve ardından da toplumu mayın tarlasında sağa sola hoplayan tavşanlara dönüştürüyor.

Seçimden dönüş

Yanlış yolda olduğunu veya zorla girdiğin bu seçimde kendini yeniden kurgulayacak bir yol haritan olmalı. Seçimleri değiştirebilmek için öncelikle kabullenme sonrasında ise kendimizdeki potansiyeli görebilme bunun için de öfkemizi, şikayetlerimizi, suçlamaları bir kenara bırakarak var olduğumuz seçimden ders çıkararak yenilenebilmeliyiz. Bu nedenle de insan neyi aradığını bilmeli. Arayış içinde olmayan bir nesil en büyük tehlikedir. Hayatı olduğu

gibi kabullenmek, çaresizce sessiz kalmak hatta kaderci yaklaşımla sinmek insanın en tehlikede olduğu andır. Böyle anlarda genç arkadaş her türlü tuzağa düşüp bir girdaba girebilir. Bu yüzden eğer bir rehberin varsa şanslısın. Yoksa arayışını kendi içine dönerek yapmalısın. Seçimlerini kendi vicdanından aldığın fetvaya göre yapmalısın. Neyin doğru ve yanlış olduğunu zaten biliyorsun. Ama yine de bu dünyada yalnız yol alınmaz. Kendine bir rehber arıyorsan doğaya bak, kuşlara bak ve inanmaktan hiç vazgeçme, belli mi olur bir gün karşına etten, kemikten gerçek bir dost, öğretmen veya eş rehber olarak çıkar.

TEŞEKKÜR EDİYORUM

Mesela fazla ayakta durunca sırtım ağrıyor, bir zamanlar yaslandığım o ulu çınarı arıyorum. Bacaklarım eskisi gibi güçlü değil, yokuşta zorluyor, işte o zaman dur durak bilmeden yarıştığımız o günleri anıyorum. Merdiven çıkarken dizlerim çıtırdıyor, annemden saklandığım o merdiven altlarını hatırlıyorum. Hızlı koşunca nefesim daralıyor, seninle kırlarda koşturduğumuz günleri düşünüyorum. Gözlerim artık yakını o kadar iyi görmüyor. Fakat gözüm fotoğrafına takılıyor. Kulaklarım bazen çınlıyor, sen andın diye seviniyorum. Bütün bunlar için teşekkür ediyorum. Artık insanın yüzüne bakınca suret-i halini anlıyorum. Eski yanılmalarım yok artık. Güneş’in altında değil de yağmurlu havada evde kitap okumayı seviyorum. Artık keşkelerim yok yarın ne pişireceğimi düşünmüyorum. Telaşlarım bitti, sevinçlerim çoğaldı; çocuklar, torunlar, öğrencilerim benden akıl almaya geliyorlar, arıyorlar. Elbisem eskise de içimdeki umut ışığım geleceği aydınlatacak, buna inanıyorum ve teşekkür ediyorum.

ENERJİDE YENİ DOĞAL ÇÖZÜMLER: BİTKİLER BÜYÜRKEN ELEKTRİK ÜRETEBİLİYOR

İstanbul Bilgi Üniversitesi Genetik ve Biyomühendislik Bölümü ile Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölümü ortak çalışması basınla paylaşıldı. Çalışmanın sonucunda, bitki gelişiminden sürdürülebilir elektrik enerjisi üretilebildiği bilgisi paylaşıldı. Bu üretim tarzı için özel alana, tesis veya üretim ünitesi kurulmasına gerek duyulmadığından çevreyi de koruma altına almış oluyorsunuz. Günümüzde dünya enerjisinin yüzde 80’ini kömür, doğalgaz ve petrol gibi fosil yakıtlardan sağlarken sürdürülmesi bir yere kadar mümkün olan bu yakıtlara alternatifler oluşturulması gerektiği uzun süredir gündemde. Zaman içinde enerji üretiminin kişiye özel ve ana kaynaklardan bağımsız elde edilebileceğini gösteren çalışmalardan biri olarak bu çalışmayı gösterebiliriz.

 Bu projenin en ilginç yanı gıda üretirken aynı zamanda da elektrik enerjisi üretebiliyor olmanız yani çift yönlü fayda sunan proje, geniş çaplı tarımsal üretim yapılan alanlar ile küçük ev veya çiftlik bahçelerinde uygulanabiliyor.

 Bitki ürettiği şekerin bir kısmını doğrudan veya başka moleküllere dönüştürerek büyüme ve gelişmesi için kullanılırken bir kısmını da kökleri aracılığıyla toprağa veriyor. Topraktaki mikroorganizmalar ise, bitkilerin toprağa saldıkları şekeri enerji kaynağı olarak kullandıklarında karbondioksit (CO2) ve hidrojen (H2) gibi gazlarla birlikte elektron salınımı yapıyorlar. Proje kapsamında ortama salınan elektron ve hidrojenin toprağın içine yerleştirilen anot ve katot plakalarda elektriksel potansiyel fark yaratması sayesinde elektrik enerjisini toplayarak elde edilen voltaj ve akım değerleri ölçülebiliyor.

 

 GENETİK KÜLTÜREL MİRAS: : KİTAP SANATLARI

 “Yazılmış, süslenmiş tüm kitaplar içinde bizden önceki canların izleri, bizi birbirimize bağlayan zincirin halkaları var."

Yirmili yaşlardayım…. Resim yapmayı çok sevmeme rağmen bir meslek ve bir hayat biçimi olarak devamını hiç düşünmemişken, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatların kapısının önündeyim. Resim değil, Grafik değil, Tekstil değil hiç duyulmamış bir bölümde kendimi bulduğum vakit, ilkin “Ben şimdi burada ne yapacağım, tesadüfî burada olmalıyım” diye düşündüm. Bilemezdim bu yerin, benim atalarımın hikayesi olduğunu ve genetik kültürel özümü taşıdığını…

Yıllar yılları kovalarken öncelikle hedef öğrenmekti ama ne kadar içine girilirse o kadar derinleşen ve bir nehrin dalları gibi kollara ayrılırken, bedenini saran damarlar gibi iç içe geçen, hiç bitmeyen bir serüvenmiş meğer…

Bir toplumun geçmişi ile günümüze bağlantısı olan “kültür” birçok farklı kültürlerden beslenir ve birbirlerinin izlerini taşır. Aslında her kültür, diğer bir kültürün güzelliğini, bilgisini, farklılığını fark eder ve yargısız kucaklar. Bu yüzden kültürler, bilginin transferinde erdemli bir yol seçerler ve onlara gelen aktarımları harmanlayarak karşılıksız yeni doğacak kültüre bırakırlar. Özle, kültürlerin birbirlerinden üstün olma gibi bir dertleri yoktur, tam tersi omuz desteğiyle yürümeyi tercih ederler.

Kültürel aktarımda önemli bir yere sahip olan ve her kültürde bilginin kutsallığını taşıma görevini üstlenen kitaplarda; sayfaların birliği için cildine, metni aktarmak için yazısına, metni çekici hale getirmek için resim ve süslemesine sanatkârlar tarafından destek verilmiştir. Doğu kültüründe, içinde birçok sanatı barındıran bu yazma kitaplar, zor üretiminden dolayı “kitap sanatkârlarının” ortak çalışması olarak üslûp birliğiyle üretilmiştir.

Bu gelenek, 19. yy’ın sonlarına kadar coğrafi sınırlarımızın içinde devam etmiş, matbaa ile birlikte yazma eser üretiminin kalkması, kitap sanatlarının üretiminin de ferdi olarak yapılmasını zorunlu kılmış ve bu sanatlar yeni dünya düzenine yelken açmıştır.

20. yüzyılın yeni Türkiye’sinde, 8. yy’da erken örneklerini Asya’da Uygur Türklerinin Manihaist kitaplarında gördüğümüz, ipek yolu güzergahıyla Asya yarım adasından İslâm’ın kutsal kitabına hürmetle devam ederek Anadolu topraklarıyla İstanbul’a gelen bu sanatların eğitimi, Atatürk’ün yüksek idrak ve bilinçli yol göstermesiyle, bugün güzel sanatlar üniversitelerinde verilmektedir.

Bu sanatlar günümüzde iki temel ve çok önemli değişikliğe uğramıştır. İlki; kitap içinden çıkıp tablo olarak sergilenmeye başlanmış, dolayısıyla eser ile izleyen arasında üç metrelik mesafe oluşmuştur. Bu mesafe sanatçıya biçimsel olarak oran ve orantı dengesini sorgulatarak yeni form arayışlarına yönlendirmiş, aynı zamanda büyük yüzeylerdeki renk etkisini

düşündürmüştür. Sergi salonlarına taşınan kitap sanatları bu vesileyle geniş kitlelere ulaşmış, bu durum kitap sanatlarının varlığının farkındalığına vesile olmuştur.

İkinci büyük değişiklik ise ana tema değişikliği yani sanat eserindeki işlenen, geliştirilen konunun anlamca ortaya koyduğu ana yönelim değişikliğidir. Kitap metni için ve ona bağlı kitabı görselleştiren resim için birinci dereceden önem arz etmekle birlikte, kitap süslemesi için simge ve sembolik anlatımlar açısından bu değişim önemlidir.

Biçimsel ve anlamsal iki büyük değişiklik, bu sanatların kendi içerisindeki en önemli meselelerindendir. Bugünün sanatkârı problemlerin giderilmesinde farklı konu ve buna bağlı olarak farklı form ve malzeme arayışlarına girmiş, çoğu zaman da bu arayışlar eski biçim ve konuların bir tür kolajı niteliğinde kalmıştır. Bu kalışın asıl sebebi ise; bu sanatların yüzyıllar boyunca oluşturduğu temel tasarım ilkelerinin bilinmemesi veya detaylı irdelenmemesidir. Ancak tek tük de olsa bu oluşumu anlamaya zorlayan ve yeni yorumlar arayan sanatkârlar da mevcuttur.

Tabi şöyle bir gerçek de vardır ki; yüzlerce yıldır süre gelen ve asıl öz kimliğinin temellerini oluşturan bu sanatlara yeni yorum bulma yükü de sadece nedense bu sanatlarla uğraşanlara yüklenmiştir.!

Bu yükün altında;

Hem geçmişini bilmek hem bu geçmişin izlerini yeni yorumlarla sanatında var etmek ve modern dünyada kendi kimliğinle var olmak yatar…

Sizce aslen tüm sanatların kendi öz kültürünün değerlerini bilip yeni yorumlarla var olması gerekmez mi?

Yada hangi sanatkâr kendi doğduğu yerden, evindeki halısından, annesinin nakışından, ninesinin masalından izler taşımaz!

Ve kim özünden uzak kalabilir? Kalmak istese de mümkün müdür!

Şimdi tekrar geçmişime dönüp “Ben şimdi burada ne yapacağım” sözümün karşılığını “meğerse ne çok öğrenilecek, düşülecek ve çizilecek şey varmış” diyerek veriyor ve “genetik kültürel özümün” hikayesinde var olmanın sorumluluğuyla, sözümü bitiriyorum.

Sağlıcakla ve özünüzde kalın.

 

 

TÜRKÇENİN KALBİ

Dil ve kültür birbirinden ayrılmaz bir unsurdur. Biz kimiz nasıl düşünürüz ve nasıl anlarız? Türklerin dil yapısındaki bilgiden geçmişe doğru yolculuk yapabilir adeta köklerimizi bulabiliriz. Bu kitap bize kendimizi anlatıyor desem yanlış olmaz sanırım. Değerli yazar Macit Şayin ile yerimiz dar olduğu için sayfaya sığdıramadığımız bir röportaj gerçekleştirdik. Tavsiyem kitabı okuyalım ve bu ortamda tekrar bir araya gelelim.

MACİT  ŞAYİN / Mini Röportaj

Neden Türkçenin Kalbine Doğru? Kitabın ismi niçin bu şekilde tercih edildi?

 Ad koymak benim için zor bir konu. Herhangi bir şeye ad koymak aslında onun bu eylem öncesinde var olduğunu gösterir. Bir yandan onun eşsizliğini kabul ederken diğer yandan kendimizden de ayırmış oluyoruz. Bu benim için hep hüzünlü bir iş olmuştur. Türkçemizdeki ayrılık sözünün ad- kökünden türediğini ilk öğrendiğimde hüznümün nedenleri hakkında bir ipucu bulduğumu sonradan anlayabildim. Kitapta Türkçenin Adımları başlıklı yazıda bu konuyu biraz olsun anlatabildiğimi düşünüyorum.

Yazıların derlenip toplanıp bir kitap olarak yayınlanması fikri ortaya çıktığında, hep ‘kitabın adı ne olacak’ sorusuyla karşılaştım. Tabii ki zorlandım ve imdadıma Saygıdeğer Sait Başer Hocam yetişti. Türkçenin damarlarında gezdiğimizi düşünmüş olacak ki ‘Türkçenin Kalbine Doğru’ önerisini lütfetti. Kendisinden bir sunuş yazısı istirham ettiğimde de âlîcenaplık göstererek ‘Evet Türkçenin Keşfedilmeyi Bekleyen Bir Kalbi Vardır!’ başlığıyla harika bir sunuş yazısı kaleme aldı. Özetle Türkçenin Kalbine Doğru’nun isim babası değerli mütefekkir Sait Başer’dir. Sizin aracılığınızla kendisine tekrar teşekkür ediyorum.

 “Türkçe bilmek, hiç kuşkusuz dil bilgisi yordamının ötesinde bir anlama çabasını . gerektirir.” Bu cümleyi biraz açabilir misiniz?

 Bilmek eylem sözünü özellikle kullandığımı belirtmeliyim. Konuşmak, öğrenmek, söylemek veya yazmak da diyebilirdik. Ama dilimizde bir eylem durumunu ifade eden bilmek sözü kitabın içeriği açısından çok daha uygun bir tanımlamadır. Yine Türkçe üzerinde açıklamaya çalışırsak; bilgi, bilim, bilinç, bilişim, bildiri, bilge ve benzeri sözler bilmek sözüyle aynı kökten türer ve aynı anlam öbeğinde hayat bulurlar.

Herhangi bir dili gerek anadil olarak gerekse sonradan öğrenebilir ve konuşabilirsiniz, o dilde yazılar yazıp şarkılar söyleyebilirsiniz. Bütün bunlar yordamla (teknik) ilgilidir. Biraz çaba, kişisel beceri ve yardımla bir kaç yabancı dil konuşan insanlarla karşılaşıyoruz. Gerçi sıradan kullanımda ‘dil biliyor musun’ kalıbı yerleşmiş olsa da buradaki kasıt daha çok ‘konuşabiliyor musun’ sorusudur. Yani konuşmayı bilmek, söylemeyi bilmek kastediliyor. Bu da dil bilmek anlamına gelmiyor. Ayrıca tek başına gramer de o dili bilmek için yeterli değildir. Öyle olsa idi bir sözlük ve bir “dil bilgisi” kitabıyla başta anadilimiz olmak her dili kolaylıkla öğrenebiliyor olmamız gerekirdi. Bunca hikayeye, romana ve şiire de gerek kalmazdı. Oysa önümüzde koskoca bir dünya edebiyatı var ve hâlâ birileri bir şeyler anlatmayı sürdürüyor. Bilimde aynı şekilde eski verileri yeniden tanımlarken, yeni buluşları adlandırmaya çalışırken ister istemez dilin imkânlarına ihtiyaç duyuyor.

 Dil bilmek; o dilde yaratılmış düşünceyi çözümleyebilmek, gerektiğinde özümseyebilmek ve yeni bir düşünsel alan yaratabilmek anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında dil bilmek kaçınılmaz şekilde bilgi bilimsel (epistemolojik) ve varoluşsal (ontolojik) bir konudur. Böylelikle bilgi karşısındaki tutumumuzun dilimiz konusundaki duyarlılığımızla eşgüdümlü bir nitelik sürecine tâbi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Doğal olarak Türkçe yazan düşünürlerin anadillerine bu ciddiyetle yaklaşmaları beklenir. Bu konunun ne kadar önemli olduğunun yeterince anlaşılamaması kültürümüz için kanayan bir yaradır. Türkçe, genelde

Türk düşünce dünyasının özelde günümüz akademi, sanat ve kültür hayatının bana göre en öncelikli konusu olmalıdır.

 Dilde yaşayan kadim ontoloji ne demektir? Dil bir ontolojiyi nasıl taşır?

 Dil insanlar arasındaki en açık mutabakatın somut bir belgesidir. Bu uzlaşma bireyi topluma, tarihe ve geleceğe bağlamakla kalmaz, bireyi bireye ve Tanrı’ya üzerinde uzlaşılmış olabildiğince açık bir anlamlandırmayla bağlar. İnsan düşüncesinin hayata katılmak amacıyla kullandığı herhangi bir sesin ne anlama geldiği konusunda uzlaşı sağlaması, toplumsal barışın temel kaynağıdır. İki insanın çıkardıkları seslerin işaret ettiği anlamına yönelik uzlaşısı, aslında önceden bireysel olarak inanılmış bir anlamın asgari mutabakatıdır. Böylelikle varoluşa dair insan zihninde ham halde bulunan inanç/anlam dil yoluyla bilgi olarak paylaşılma imkânı bulur. Bu paylaşım toplumsal etkinlikler aracılığıyla kültürün süzülmesine yol açar. İlk kültürel etkinlik iki insanın bir sesin anlamına dair mutabakat sağlamasıyla gerçekleşmiş olsa gerektir diye düşünüyorum. Zaten kültür dediğimiz olgu bir semboller coğrafyasıdır. Bu sembol bir ses, bir işaret, bir yazı hatta bir bakış bile olabilir ve bunlar her hâlükârda dil oluşumlarıdır. Bu düzlemde dil kavramını yazılı sembollerden ibaret zannetmek konunun çok uzağında olduğumuz anlamına gelecektir.

 Varlık anlayışının yazılı edebiyatla kuşaktan kuşağa aktarılmasından çok daha başka bir bilgi kaynağından söz ediyoruz. Dilin kurgusu o dilden üretilen metinlerden çok daha özlü ve derin bir anlam dünyasını barındırır. Esasen ontolojiyi taşıyan ana unsur dilin sözünü ettiğimiz özgün yapısıdır. Dünyada çok farklı örnekler bulunmakla beraber, biliyorsunuz bizim kültürümüzün sözlü (şifahi) damarı bir damarı da vardır. Kendi tecrübelerimden bu sözlü kültürün ontolojiyi nasıl taşıdığına açık bir örnek verebilirim: Türkçe Ölçü sözünü araştırdığımda kısmet anlamına gelen ülüg sözüyle aynı anlam kökünden türediğini gördüm. Ülüg sözünü Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan’ın ağzından “kutum bar için, ülügüm bar için” ibaresinde bir kavram olarak gördüğümde şaşkınlık ve sevinci bir arada yaşamıştım. Çünkü bu söz Türk dilinin unutulmuş çok önemli bir kavramıdır. Araştırdığımda gördüm ki edebiyatımızda Kutadgu Bilig ve Divân-ü Lugati’t Türk dışında neredeyse bu kelimeye rastlayamıyoruz. Fakat Bilge Kağan’dan bin iki yüz elli yıl ve binlerce kilometre uzakta Anadolu’da benim çocukluğumda kullanılmaya devam ediyordu. Özellikle çocuk oyunlarında oyun gereçleri içinde kısmet getirdiğine inanılan elemana ülüg denmeye devam ediliyordu. Ben ülüğüm olan o güzel birkaç bilyeyi hâlâ hatırlıyorum. Üstelik ülüg sözünü tamda Bilge Kağan’ın kastettiği anlamda kullanıyorduk. Kut kavramı gibi ülüg kavramı da ontolojik bir içerikle yüklüdür. Demek ki çocuk oyunlarında bile Kadîm Türk varlık edebiyatı dil aracılığıyla sözlü olarak yaşamaya devam ediyordu. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere dil ontolojinin en önemli taşıyıcı unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Benzer örneklerle musiki edebiyatımızda, geleneksel sanatlarda, denizcilik literatürümüzde ve birçok alanda yoğun olarak karşılaşıyoruz. Biliyorsunuz masallarımızın derlenmesinde ilk akla gelen isimlerden biri Eflatun Cem Güney’dir. Kendisi lisanın özellikle Türkçemizin bu yönüne dikkat etmiş olsaydı, yerel ağızlardan derleyip sadeleştirdiği masallarımız çok daha zengin bir anlatıma kavuşmaz mıydı?

Yazıları kaleme alırken özellikle dikkat ettiğiniz bir husus var mı?

 Dikkat ettiğim bir husustan çok, bilgi ve bilimsel yaklaşımı açısından beni derinde derine çok etkileyen bir bilim adamından söz edebilirim. Dr. Fatma Adile Başer’in bilgi karşısında takındığı saygın tavır ve ilmi haysiyete bağlılığından etkilendiğimi özellikle belirtmek isterim. Onun, küçücük zannettiğimiz bir bilgi kırıntısına bile büyük bir sevgi ve saygıyla yaklaşması çok dikkat çekicidir.

Bilgi sevgisi ve ilmi merak bir bilim adamında bulunması gereken temel karakter olsa gerek. Özellikle Türk Kültürü konusunda gösterdiği anne şefkatine rağmen bilimsel ahlaktan taviz vermemesi örnek aldığım ciddi bir tutumdur. Bu yaklaşım onun makalelerinde ve kitabında tezlerini güçlendiren bir estetik tavır olarak belirginleşir. Türkçenin Kalbine Doğru’nun birkaç yazıdan sonra deneme sınırlarından çıkıp, araştırma incelemeye evrilmesinde bu örnekliğin çok büyük bir katkısı olmuştur.

 Türkçe ile ilgilenmeye ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

 Bilirsiniz bizim kuşağımız ansiklopedilerle ve sözlüklerle büyüdü. Babamın Türk müziğine ve edebiyatına düşkünlüğü çok derin izler bırakmış, insan bunu yıllar sonra anlayabiliyor. Kitap, dergi ve günlük gazetelerin eksik olmadığı bir evde yetiştim. Her Türk genci gibi şiirli bir dönemi bende yaşadım. Daha birçok etken sıralanabilir. Ama bunların bütününde bir bilinç ortaya çıkması bambaşka bir disiplinle olabiliyor.

Özellikle çağımızda istediğiniz konuda birçok şey öğrenebilirsiniz. Bu sizi müktesebat yığını haline getirmekten öte bir anlam ifade etmez. Malumatın çözümlenebilmesi anlamlı bir bütün haline gelebilmesinin bilinen en iyi yolu okuldur. Tabii buradaki kastım, özellikle bin ve bin üç yüzlü yıllar arası ortaya çıkan, Farabi’den İbni Arabi’ye uzanan çok geniş bir yelpazede ürün veren okullardır.

İşte benim Türkçeye asıl ilgim böyle bir okulun müdavimi olmamla başlar. Divan Edebiyatı Vakfı bünyesinde devam eden Keyfiyet Mahfili, bu anlamda bir okuldur. Türk düşüncesi açısından önemli bir boşluğu doldurmaya çalışan nitelikli ve kaygısı olan bir okul olarak kabul ediyorum. Elinizdeki kitap esasen bu okulun küçük bir ürünüdür.

 Teşekkür ederim.