ERDOĞAN'IN DEMOKRASİ ANLAYIŞI

Ekin GÜN 28 Nis 2020

Ekin GÜN
Tüm Yazıları
Bu sene Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun 100. yılıydı.

Tarih 2011’i gösterdiğinde dönemin başbakanı Erdoğan, Ankara’da partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında konuşuyordu:

“Biz Cumhuriyet tarihimizin rekorlarını kırmış bir partiyiz. Biz bu ülkenin siyasetine demokrasisine hak ve özgürlüklerine musallat olan her bela karşısında biz 9 yıl boyunca dimdik durduk. Nice dokunulmaz konu vardı. Biz hepsine dokunduk. Konuşulmayanların, yazılmayanların yazılmasını sağladık.”

Ve ardından o tarihi açıklama geliyordu:

“Dersim, yakın tarihimizdeki en acı, en trajik olaylardan biridir. Dersim, aydınlatılmayı, cesaretle sorgulanmayı bekleyen bir faciadır. Sayın Kılıçdaroğlu nereye kaçıyorsun? Bunlardan nasıl sıyrılacaksın. Ben mi özür dileyeceğim, sen mi dileyeceksin? Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum.”

***

Tarih 2014’ü gösteriyordu…

FETÖ’nün 17-25 Aralık yargı darbesinin üzerinden yaklaşık dört ay geçmişti.

Dönemin başbakanı Erdoğan yine sahneye çıktı ve daha önce bir benzerinin olmadığı dokuz dilde yapılan o tarihi 24 Nisan mesajını paylaştı:

“Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.”

***

Bu sene Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100. yılıydı.

Salgınla mücadele ettiğimiz şu sıkıntılı günlerde 100. yıl coşkusu evlerimizin balkonlarından bile en görkemli şekilde kutlandı.

23 Nisan’ın 100. yılında salgın gibi olağandışı bir durum kimsenin aklına gelmezdi ama içinde bulunduğumuz dönem sebebiyle bu kutlamaların hafızalarda daha kalıcı olacağına inanıyorum.

***

Ertesi gün 24 Nisan’dı…

Cumhurbaşkanı Erdoğan yine çıktı ve altı senedir aralıksız olarak sürdürdüğü o mesajını paylaştı:

“Ne surette olursa olsun tek bir vatandaşımızın dahi ötekileştirilmesine, inancından ve kimliğinden dolayı farklı muamele görmesine asla izin vermedik, vermeyeceğiz. Dünya halklarına büyük acılar yaşatmış Birinci Dünya Savaşı'nın ağır şartlarında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini saygıyla anıyor, torunlarına içten taziyelerimi iletiyorum. Bu vesileyle, bu acı dönemde yaşamını yitiren tüm Osmanlı vatandaşlarına Allah'tan rahmet diliyorum.”

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan gücünü hangi kriz yaşanırsa yaşansın ortak acıları paylaşmayı ihmal etmemesinden alıyor.

Onu rakipsiz kılan da şartlar ne olursa olsun demokrasi anlayışından taviz vermemesi ve sınıfsal ayrıştırmaları elinin tersiyle iterek topluma bir bütün halinde bakması.

Türkiye 18 yıl boyunca birçok konuda kazanım sağladı ama bana kalırsa en önemli kazanım demokrasi kültürünün Erdoğan sayesinde kurumsallaşması oldu.

BOREL’den umudum var

Dermatolog Doç. Dr. Bengü Gerçeker Türk, salgın dönemde sık sık kullanmak zorunda kaldığımız dezenfektanlarla ilgili şu uyarıyı yapmış:

“Kovid-19 nedeniyle daha sık dezenfektan kullanır hale geldik. Derimizin üzerinde örtücü bir tabaka mevcut. Temizleyiciler içerisindeki alkollerle bu tabaka hasar almaya başlıyor. Deride tahriş egzaması görülüyor. Önce kendini kızarıklık, hassasiyet olarak belli ediyor daha sonra deri üzerinde kuruma ve kabuklanma gelişiyor.”

Bana kalırsa yeteri kadar ilgi gösterilmedi ama Türkiye sadece yerli solunum cihazı üretmedi, BOREL adında dezenfektan da üretti.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, BOREL’in tanıtım toplantısında şu açıklamayı yapmıştı:

“BOREL'in içeriğinde bulunan bor, etil alkol, gliserin, aloe vera, çay ağacı yağı ve lavanta elleri nemlendiriyor ve dermatolojik problemlere neden olmuyor. Borun anti-bakteriyel özelliği eldeki mikrop ve bakterilerle mücadele ederken eldeki yaraların da daha çabuk iyileşmesine katkı sağlıyor.”

Arada bir kimya mühendisliği diplomamı kullanarak “cool” davranmaya çalışıyorum.

- (Laf aramızda ülkede sınıf atlamanın [kendini bir halt sanmanın] en kolay yolu bu “seçkinci” hareket)

İlk vaka görüldüğünde bu köşenin müdavimi olanlar bilir, ben de bu uyarıyı yapmış ve sık sık su bazlı nemlendirici krem kullanmanız gerektiğini yazmıştım (umarım beni dinlediniz?).

Bakan Dönmez, BOREL’in dermatolojik problemlere neden olmadığını söylüyor…

Deneyeceğim.

Bugün ilk iş ağzımda maske BOREL almaya gideceğim ve fikirlerimi daha sonra yazacağım.

Kütüphane geyiği

Salgın dönemi herkesi eve hapsetti.

Televizyonlardan kopamayan “uzmanlarımız” da evlerinden yayınlara bağlanıyor.

Çok güzel bir geyik döndü geçen gün sosyal medyada, “neden tüm bağlananlar kütüphanelerini arka plan seçiyorlar” diye.

Kimi bu tartışmayı saçma bulmuş, kimi evde nereyi gösterelim diyor, kimi tartışacak başka bir şey bulamadınız mı tepkisini yöneltiyor.

Ben açıkçası eğlendim ve düşündüm…

Herhalde yayına bağlansam mutfaktan canlı yayın yapardım, zaten evim 48 metrekare, mutfakla salon bir arada.

Hatta ayıp olmazsa arada bir ocağın altını da kısardım, malum bu dönemde akşam yemeklerini tam yayın saatlerine doğru yiyorum.

O nedenle “başka nereyi arka plan seçelim” diyenler yanılıyor.

Mutfak var, hem o anda birisi tarif verse ne kadar hayra geçer, siyaset bilimcilerin “enfeksiyon hastalıkları uzmanı” olarak konuşmasından daha yararlı bence.

La Casa Azul izlenimlerim

Pazar günü belki de hayatımda hiç gidemeyeceğim harika bir eve gittim.

Meksikalı ressam Frida Kahlo’nun tam 25 yıl boyunca eşi Diego Rivera’yla yaşadığı Mavi Ev’e…

La Casa Azul’a.

24 saatliğine sanal ziyarete açılan evde Kahlo’nun çizimlerini, yağlı boya takımlarını, kıyafetlerini, aksesuarlarını ve yatağını görebiliyorsunuz.

Rengarenk bir ev…

Portreleri gibi.

Çocuk felci ve 18 yaşında geçirdiği otobüs kazasının ardından hayatını acılar içinde tamamladı Kahlo.

“Kendi portrelerimi yapıyorum, çünkü çoğu zaman yalnızım ve en iyi bildiğim insan da benim.” diyen Kahlo’nun evi de resimleri gibi rengarenk.

O zaman ikna oldum…

Acının rengi siyah sahiden tüm renkleri içinde barındırıyor.

Cahillik virüsten daha çabuk yayılıyor

TRT spikeri Sermin Ata Baysal’ın demir eksikliğinin giderilmesi için döküm malzemelerin kullanılmasının faydalı olup olmayacağına dair dahiliye uzmanına sorduğu soru günlerdir tartışılıyor.

Baysal’ı linç etmeye doyamadılar.

Aslında detaylı bir araştırma yapacak olursanız bilim dünyası tarafından bu konunun ciddi bir şekilde tartışıldığını görürsünüz.

Ama bu linç kültürünün virüsten daha hızlı yayıldığına ikna olmuş haldeyim.

Muhalif sitelerden biri olan Gazete Duvar’ın yazarlarından Reyyan Advan bile dayanamamış ve haklı bir şekilde ateş püskürmüş:

“Ben (her şeyi bilen biri olmadığım için) linç etmek üzere birini seçecek olsam, doktoru seçerdim. “Bu ne biçim doktor?” derdim. Önce kesin olarak faydası olmayacağını söylüyor, sonra (nedense) pekmez diyor, sonra faydalı olabileceğini söylüyor, literatür bilmiyor, alanla ilgili araştırmalardan, çalışmalardan hiç haberi yok filan. Neyse ki, her şeyi bilenler böyle yapmadı. Sermin Baysal Ata’yı linç etmeyi tercih ettiler. Ortam linç etmeye müsaitti çünkü olay TRT’de geçiyordu. Ata’nın uzun yıllardır işini çok iyi yapması, çok başarılı ve çok tecrübeli olması önemli değildi. Sonuçta TRT spikeriydi. TRT yahu! Muhalif ve ön yargılı linççiler uyuyor mu?”