DİĞERKÂM OLABİLMEK

Ümit G. CEYLAN 06 Nis 2023

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
İnsanız ve bizden başka insanlar da var şu âlemde. Tek başına yaşamıyoruz. İyi ki tek başına yaşamıyoruz.

İnsanız ve bizden başka insanlar da var şu âlemde. Tek başına yaşamıyoruz. İyi ki tek başına yaşamıyoruz. O zaman insan olduğumuzu nasıl anlardık, değil mi? İnsan başka insanların varlığında insandır. Bu yüzden bir insanın varlığına delil olan diğer insanlara karşı nasıl davranmalıyız? Kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak başkasına da öyle davranmalıyız. Aslında bilgeler sözlerini söylemişler. Fakat bugün çok çeşitli kanallardan uğradığımız kirli iletişim saldırıları dolayısıyla bencilleştik. Egoist olduk. Kavramlar da karıştırıldı ve neyin ne olduğunu saf bir şekilde ayırt edebilmek neredeyse imkânsız hale geldi. Eh! Bir de düşünmeyi başkalarına bırakınca, dijital medyanın reva gördüğü bencil yaşam tarzını da normal görüyoruz. İçselleştiriyoruz. Özellikle de küçük yaştan itibaren internette vakit geçirmeye alışan çocuklar bugünün nesillerini oluşturuyorlar. Ağaç yaşken eğilir lafını biz olumlu yönde anladık hep ama şer durur mu? Kendi eline aldığı bir nesli eğip büktü.

Ebedi mutluluk

İnsan bencilleştikçe yalnızlaşır. Yalnızlaştıkça hayatı kendine yaşanmaz kılar. Başka insanların varlığını inkâr etmek onların farklılıklarına tahammül edememek hepsi birer hastalık durumudur. Ruhumuzu güzel şeylerle beslediğimiz sürece diğerkâm bir insan oluruz. Maddi olan her şeye olan aşırı düşkünlük ve benliği yükselten her türlü akım insanın çıldırışına eşlik ediyor. Başkası açken yatan bizden değildir diyoruz ama rızık için endişe edip paramızı görünüşte infak ediyoruz. Başkalarının iyiliği için tasalanan insan insandır. Bir eğitimcinin, hocanın zekâtı bütün öğrencilerine ilmini öğretmek ve kendisinden daha iyi bir yere taşıma çabasında olmaktır. İnsan ancak bencillik ve ben tutkusunun yerine başkalarının iyiliğini isteme sevgisini yerleştirdiğinde ebediyen mutluluğu yakalamış olur vesselam.

NURGÜL AKTAŞ

BEDENİMİZİN ZEKÂTI 

Ramazan ayının gelmesiyle beraber içimizi huzur kaplıyor, oruç tutacağımız için heyecanlanıyoruz. İftar masasında sevdiklerimizle beraber orucumuzu açmak bizi mutlu ediyor. Peki oruç nedir? Neden oruç tutarız? Bakara suresinin 183. ayetinde “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi si­ze de farz kılındı” buyurarak orucun bizler için önemli bir ibadet olduğunu anlıyoruz. Orucumuzu tutamıyorsak bile dinimiz bunun kolaylığını da sağlamıştır bize. Oruç tutmaya gücümüz yetmiyorsa bir yoksul doyurabiliriz veya bunun parasını (fidye) verebiliriz. Oruca niyet etmek için sahura kalkarız ve imsak vaktine kadar yeme fırsatımız vardır. İmsak vakti demek orucun başlangıç anı demektir. Orucumuzu akşam ezanıyla beraber açarız. Orucu sonlandırmaya ise iftar deriz. İftar anı gelene kadar orucumuzu bozacak şeylerden uzak durmalıyız. Aslında oruç tutmak belli bir saat boyunca aç kalmak demek değildir, oruç tutmak bedenimizi dinlendirmek, irademizi güçlendirmek ve önemlisi her an şükretmemizin farkına varmaktır. Oruç tutuyor olmamız bizi manevi anlamda güçlendirir, bilimsel açıdan bakacak olursak eğer oruç tutmak sağlığımız için de yararlıdır. Japon biyolog Yoshinori Ohsumi bir çalışmasında, oruçla birlikte vücudumuzun bağışıklık sisteminin kendini yenilediğini ispatlamıştır. Kardiyologlara göre ise oruç kalp hastalarına da iyi gelir. Allah Resulü’nün “Sûmû tesıhhû” “oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız” sözünü doğrularcasına bedenimiz sağlık bulur. İslam dinimizde her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir şekilde oluşmuş, ibadetimiz ne olursa olsun insanlığa faydası göz önüne çıkmaktadır.   

Hepimiz duymuşuzdur aç kalmak benim sinirlerimi bozuyor, susuzluğa dayanamıyorum aslında işin özü de  burada nefsimizi terbiye edebilmektir. Allah kolaylığını verir derler ya hani gerçekten de gönülden niyetlendiğimizde ne açlık sinirlerimizi bozuyor ne suyu hatırlıyoruz. Bedenimizin zekâtıdır oruç, her an her saniye bedenimiz sürekli yaşam döngüsünü devam ettiriyor nasıl ki bilgisayarlara, telefonlarımıza güncelleme geliyor işte oruçta böyle bedenimizi güncelliyor. 

Orucun zengini, fakiri, iyisi, kötüsü yoktur. Oruç insanları birliğe, paylaşmaya yönlendirir, bir sofradan yeriz, bir sofradan içeriz. Teravih namazımızı kılarken zengini fakiri aynı safta yer tutar, aslında oruç bedenimizi denge altına almamıza yardımcı olur. Birbirimizi daha iyi anlamamıza fırsat verir.  Dinimizi baktığımızda görüyoruz ki bizler için yapılamayacak bir zorluğu yok, insanoğlu işte her şeyi zorlaştırdığı gibi orucu da zorlaştırıyor. Hayatımızın penceresinden daha dikkatli bakalım ki önümüzdeki çiçekleri görelim, bize güç olsun kolaylık olsun. Zorlaştırmayalım hayatımızı. Güncellemenizi açık tutmayı unutmayın 

PİDENİN ATEŞİ

Pidenin kokusu çarşı pazarı sarar. Ramazanın ulvi duygusu iliklerimize kadar siner. Gelmiş geçmiş ramazanları hatırlarsın. Bütün ramazanlar güzeldir. Fırından yayılan mis kokusu oradan gelip geçen herkesi sarar, mest eder. Açlığın zevkine varırsın. Şükür edersin bir pide için. Çünkü insanın karnı doyar, sıcak bir pidenin içinde az bir peynirle bile. Ağır çekimde önümden gelip geçenler, sanki müziğin ritminde iftara hazırlanırlar. Bir zamanlar sinemi yakan ateş şimdi de pidenin ateşini yakar. Ayni ateş değil mi; pideyi de yakan beni de. Zaman geçiyor ey ramazan ayı. Bir dahakine erişmek mümkün mü bilinmez? İnsan yiyeceği bir lokma için neden ortalığı ateşe verir. Pideyi pişiren ateş olmak varken neden isyan ateşinde yok olmak istersin ey insanoğlu. Seni bu kokuya davet eden bir Allah varken ne diye boşlukta içini doldurmaya beyhude tepinirsin. İnsanın içinde bir ateş olmalı ve hayat heyecanını beslemeli. Bir pide bile insana heyecan vermeli. İçimizdeki ateş de pidenin ateşi de hiç sönmesin her ramazan bizi doyursun. 

BİRSEL ALVER YAZICI

HATIRLA BENİ

YALANCININ MUMU

Ben sizin sıktığınız palavraların, anlattığınız masalların, tek ayak üstünde utanmadan yüzüme baka baka söylediğiniz yalanların yabancısı değilim. O kadar küçük bir yaşta ezber ettim ki ben bile şaşıyorum. Asıl şaşırmam söylediğiniz yalanlara kendinizin inanıyor olması ve karşınızdakinin size inandığını sanmanız. Komiksiniz.

Benim sarı saçlı, çilli, uzun boylu muhacir arkadaşım. Senden bahsedeceğim. Seni bu güne kadar gönül heybemde saklamış olmamın birçok nedeni var elbet, seni çok sevmen ve sayende yalanla ilk kez tanışıyor olmamda buna dâhil. Deseler ki ne zaman yalanla ilk kez ne zaman tanıştın anlatacağım hikâye bu olurdu.

İlkokul beşinci sınıftayken her zaman oruç akşamları teravih namazına o haylaz arkadaşımla giderdim. Gelir beni bekler, ben yanına gelince de sanki beklediği ben değilmişim gibi, beni beklemeden, benden evvel camiye koşardı. Her vakit sanki onu bekleyen trene ya da otobüse geç kalmış gibi bir acelesi olurdu. Camide namaz kılarken bile herkesten evvel secdeye yatar, herkesten evvel secdeden kalkardı. Hoş camiye de dağılacak ikramlar için gider, herkesten önce sıraya girer, elini, kolunu, ceplerini doldururdu.

O gün yine hızla secdeye gitmiş, hızla kalkarken önündeki kadının eteğini kafasına geçirmiş, hızla doğrulurken eteği takılan kadını üstümüze düşürmüş, millete namazı bozdurmuş bizi camiden kovdurmuştu. Yol boyu sinirle daha hızlı yürüdü, biliyordum ki kovulmamız umurunda bile değildi, en çok alamadığı mevlit şekerine üzülmüştü. Kızgın değildim…

Ertesi gün okulda nerdeyse bütün teneffüslerde camiye gittiğimizi, çıkarken aldığımız şekerleri anlatıyordu. Ben onun anlattığı masalın gerçeğini bildiğim için pencereye vuran yağmur damlalarıyla ondan daha çok ilgileniyordum. Birinin “içinde lokum da varmış” dediğini duyup kafamı ona çevirdim. O gözlerimin içine baka baka lokumu beğenmediğini, hepsini bana verdiğini söyledi. Herkes ona o kadar inanmıştı ki yalan diye bağırsam ben yalancı çıkacaktım. Bir oyun oynadığını düşündüm. Kızgın değildim…

Ne olduysa okul çıkışı oldu. Meğer camide ikram olan şekerleri dağıtan bizim sınıftan birinin akrabasıymış, kalan ikramları da çantasına koymuşlar ki sınıfta arkadaşlarına dağıtsın. Arkadaşım utanmadan sıraya girdi ve yine alamadı. “sen yemişsin, yemeyenlere vereceğim” dediler ona. Kızgın değildim…

Bu sefer gerçekten mahcup olmuştu, beyaz yüzünün sarı saçlarına pembe bir kızarıklık yaydığını görmüştüm. Okuldan eve gidiş yolumuzda kesik kesik nefesler aldığını duyuyordum, hırslanmıştı. Adımlarını daha daha hızlandırıp aramızdaki mesafeyi bayağı açmıştı. Ama asıl arayı açan adımlarının hızlılığı değil, söylediği yalan olmuştu. İkinci kez alamamıştı nasibini, nasibi onun ayağına kadar gelmişken…

“İftarda lokumu bile yerdim haaa” dedi,

Kızgın değildim…

Ben kızgın olsam da onun kendine olan kızgınlığının yanında hatırım sayılmazdı kiJ

Sen yine de biri inanıp kendine yalandan bir masal anlatıyorken, gözleriyle pencerede yağmur damlası arayan, gerçeği bilen biri gibi hatırla beni sevgili okur. Bilemediğimiz nasibimizin ayağımıza kadar geldiğini ve nasıl geri çevirdiğimizi hatırla. Kaçırdığımız fırsatlarda, başkalarının payında hatırla beni. Hatırla ki haylaz arkadaşları yüzünden yaşamın her yönünü ezber etmiş biri olayım. Hatırla ki söylenen tüm yalanların yatsıya kadar olsun ömrü.

HACİVAT VE KARAGÖZ REPLİKLERİ

..................................................................  

ALIN TERİ

Bir zamanlar Eminönü’nde İstanbul sebze ve meyve toptancılarının bulunduğu hal vardı. Her taraf curcuna gibiydi. Kalabalıktan geçilmiyordu. Trafik bir kitlendiğinde, otomobillerdeki yolcular iftarını bulundukları yerde açarlardı. Burası hal ya; sırtında beş kasa, on kasa sebze ve meyve taşıyan hamallar; o oruçlu halleriyle kendilerine yol açmak için “Destuuuur!..” çekerler, ya da “Değmesin; yağlı boya” diye ikaz ederek ilerlerdi. Bu arada Karagöz etrafı gözlemlerken;

- Haçivat’ım şu yaşlı ve hamallık yapan adama bakar mısın mirim? Sırtında tam da on kasa yük taşıyor. Ta buradan sanki ıhıldamasını duyuyorum.  Bu yüke adamcağızın tahammül etmesi kolay olmasa gerek. Hacivat  Karagöz’ün yaşlı hamalı acıdığını anlar ve hemen  karşılık verir.

- Hayat zor Karagöz’üm. Üstelik bu yaşlı adam oruçludur da. Baksana ter akıyor sakallarından. Oysa biz Ramazanı uykuyla ve istirahatle geçiriyoruz. Biraz biraz zikir, biraz tefekkür etmemiz gerekmez mi? Karagöz’ün her zamanki rahatlığı üzerindedir. Ama Hacıcavcav haklıdır. Yaşlı hamal da sırtındaki yüküyle ibretlik haldedir.

- Yerden göğe kadar haklısınız Hacivat’ım der Karagöz. Hava kararmak üzeredir. Perde perde akşam karanlığı çökmektedir. Yaşlı hamal üç adım ötede bulunan tarihi hanın çay ocağına gider. Büyük bardakta demli bir çay ister kendine. Oracıkta bulunan merdivenin yanındaki düzlüğe oturur.  Mendilini yere serer ve önceden bakkaldan aldığı yüz dirhemlik simsiyah zeytin tanelerinin içinde olduğu okunmuş, eski gazeteden yapılma külahı açar ve sessizce ezanın okunmasını bekler. 

- Allahü ekber... Allaaaaaahü ekber!... Ezan okunmaktadır. Yaşlı adam iki elini semaya kaldırır ve bütün ihlasıyla dua etmektedir. Duasını bitirir bitirmez;

- Allah’ım orucumu kabul et. Namazımı, niyazımı, şükrümü kabul et, der. Hacivat da etkilenmiştir bu durumdan. Karagöz’e dönerek veciz sözünü söyler ve her iki dost camiye yönelirler.

“Genç ihtiyar hem çalışalım hem oruç tutalım... Maksat aç kalmak değil; Rahmet, merhamet ve mağfirete ulaşalım.”