CEVAP ARAYAN DEĞİL, SORU SORAN MÜSLÜMANLIK

Doç. Dr. Can CEYLAN
Her dönemin ilk dersinde dersin işlenişi hakkında bilgi verirken, sınavı nasıl yapacağımızı da anlatırım.

Bir üniversite hocası olarak öğrencilerimi sınav yaparken uyguladığım bir yöntem vardır. Öğrencilerimden sınav sorularını kendilerinin hazırlamasını isterim. Her sınıf kendi sınav sorularını hazırlar. Mesela sınavda kırk tâne çoktan seçmeli soru çıkacaksa, öğrencilerimden yüz civârında soru hazırlamalarını isterim. Sorular bir öğrencide toplanır ve bu öğrenci de soruları bana gönderir. Bu sorular arasından kırk tânesini seçer, sınavda sorarım. “Böyle sınav mı olur?” diye düşünebilirsiniz. Ama pedagojik olarak şöyle bir gerçek vardır ki, soru hazırlamak da bir çalışma şeklidir ve öğrenci bilmediği konuda soru hazırlayamaz. Soru hazırlayabiliyorsa konuları anlamış demektir. Zâten benim amacım da onları sınav yapmak değil, onların öğrenmelerini sağlamaktır.

Her dönemin ilk dersinde dersin işlenişi hakkında bilgi verirken, sınavı nasıl yapacağımızı da anlatırım. Öğrenciler önce pek anlayamaz. “Nasıl yâni, sınav sorularını biz mi hazırlayacağız?” diye şaşkınlık geçirirler. Ben de bunun amacını açıklarım. Bunu klâsik tarzdaki sınav yaparken de uygularım. Öğrenciler soruların ne olduğunu bilerek sınava girerler. Böylece sınava girip de dersten kalan olmaz, çünkü eğitimin amacı öğrenciyi dersten bırakmak ya da geçirmek değil, ona bir şey öğretmektir. Geçerse kendi geçer, kalırsa kendi kalır.

Bunu yapmamdaki diğer amacım ise, öğrencilerime üniversiteye gelene kadar on iki yıl boyunca kazandırılamayan bir beceri ve alışkanlık kazandırmaktır. Bu beceri, hayâtı yaşarken soru sormak, hayâtı soru soracak kadar iyi bilmek, yaşanan sıkıntıları sorunsal hâline getirip çözüm yolları bulmaktır. Ülkemizdeki eğitim sistemi maalesef bunu vermiyor ve veremiyorum. Millî eğitim bürokrasisindeki hiyerarşi, bir alt seviyeye güven duymuyor. Bakanlık, il eğitim müdürlüğüne; il eğitim müdürlüğü, ilçe eğitim müdürlüğüne; ilçe eğitim müdürlüğü, okul müdürlüğüne; okul müdürlüğü sınıftaki öğretmene; öğretmen öğrenciye güvenmiyor. Sonuçta dersin öğretmenlerinin en büyük amacı teknik ifâde ile “sınav güvenliği”, günlük ifâde ile “kopya çekilmesini engellemek” oluyor.

On iki yıl boyunca onlarca öğretmeni olan bir öğrenci, ona güvenmeyen insanlar elinde kendine güvenmeyen ve soru soramayan, sâdece başkaları tarafından hazırlanan sorulara cevap vererek bir üst sınıfa geçmekten daha başka amacı olmayan bir kişi hâline geliyor.

Allah soruları vermiş

Sınav sorularını kendilerinin hazırlayacağını duyup şaşıran öğrencilerimize bâzen şunu da söylerim: Hayat bir sınav ve bu sınavın sonunda, kıyâmet günü bize bâzı sorular sorulacak. Allah bize bu soruların ne olacağını söylemiş. Yâni sınav süresince soruları bilerek sınav oluyoruz. Bunu Allah yaptıysa, biz âciz kullar olarak neden yapmıyoruz? Neden etrâfımızdaki insanlar güvenip onlara kendi girecekleri sınavın sorularını hazırlama şansı ve güveni vermiyoruz? Şehâdet getirdiği için cennete gireceğine iman eden Müslümanlar olarak, âhiretimiz hakkındaki garanti ve güven hissini, dünya hayâtımızda bir gün sonrası için duyamıyoruz. Cennetimiz garanti ama yarınımızdan şüphe duyuyoruz.

Sorulara yetişemeyen Müslümanlar

Müslümanlık, İslâm değildir. Müslümanlıkta insânî zaaflarımız vardır. İslâm, Allah’ın gönderdiği din olarak her türlü eksiklikten münezzehtir. Biz Müslümanlar da yaşadığımız din ile Müslümanlık modelleri oluştururuz. Bu model maalesef, güncel sorunlara cevap vermeye çalıştığımız için rol model hâline gelememektedir. İslâm’ı Müslümanlar üzerinden yâni Müslümanlık olarak gören diğer inançlara mensup veya inançsız kişiler, kafalarındaki sorularla geldiklerinde, biz Müslümanlar “çalışmadığı yerden soru çıkan” öğrenci gibi şaşırıyoruz.

Cevaplar değil, sorular İslâmî olsun

Oysa İslâm ile aynı paradigma ve aynı ontolojik düzlemde olmayan sorulara “İslâm’a göre” cevaplar vermeye uğraşmak yerine, günümüz insanının aklını ve zihnini meşgul edecek soruları biz sorsak nasıl olur? Bize sorulan sorular, reklamların etkisinde kalıp ihtiyâcımız olmasa da aldığımız ürünlerden farksızdır. Ne için ve hangi ihtiyâcımız için aldığımızı bilmediğimiz ürünlerin hiçbir işimize yaramadığı gibi, başkalarının sorduğu sorulara “İslâm’a göre” cevap vermek de pek işe yaramıyor. Hatta çoğu zaman cevap da veremiyoruz.

Bunun yerine, doğduğumuzda doğal olarak sâhip olduğumuz merak ve soru sorma becerimizi, eğitim sistemimizde köreltmek yerine, onu sistematik hâle getirsek, bunu “İslâm adına” yapmasak bile, sonuçta köşeye sıkışan, çağın sorunlarına cevapsız kalan bir Müslümanlık yaşamaktan da kurtuluruz. Biz Müslümanlar olarak bunu “İslâm adına” yapmasak bile, dünyânın sorunlarına başka bir taraftan bakma tavrını ortaya koyduğumuzda Müslüman olmayanlar da, bizi rol model olarak alacaktır. Almasalar bile biz onlara dünyâya başka bir şekilde, kalıpların dışında bakmayı ve sorgulamayı göstermiş oluruz. Tabi bunun ilk aşamasını da önce kendimiz yapmalıyız.

Sorulardan oluşan hutbe metinleri okunsa

Televizyonlarda, sosyal medya kanallarında “dinî program” adı altında sorulan soruları duyduğumda, günümüz gerçeklerinden uzak konularla uğraştığımızı görmek hiç zor olmuyor. Milyonlarca insanımızın her Cuma günü, hutbede aynı metni dinlediği ülkemizde, acaba yuvarlak ve havada kalan ifâdelerle doldurulmuş hutbe metinleri yerine, Cuma namazından çıkan cemaat, kafasında bir tâne bile olsa bir soru ile câmiden ayrılsa nasıl olur? Her Cuma günü milyonlarca güncel soru sosyal hayâta karışır ve cevap aranır. Başkalarının düşünüp çoğu kötü niyetle ve İslâm’ı âciz ve yetersiz göstermek amacıyla sorduğu sorular yerine, önce kendimizi kendi sorularımızla, sonra da başkalarını başka sorularla meşgûl etmeyi denesek nasıl olur?

Futboldan bir örnek vereyim. Ofansif bir taktikle oynayan takım, bir tâne bile gol atsa maçı kazanır. Ama defansif bir taktikle oynayan takım ise, maç boyunca bütün atakları karşılamasına rağmen sâdece bir gol bile yese maçı kaybeder.

Zamânın sorularını sormak

Karşı tarafın bir sorusuna biz cevap ararken onlar, cevap verip veremeyeceğimizi bile beklemeden ikinci, üçüncü soruyu soruyor. Afallıyoruz, bocalıyoruz. Cevâbı bulsak bile gündemden düşüyor, korner atışında topu ıskalayan kaleci gibi, boşa çıkıyoruz, kale boş kalıyor. Biz sorularımızı kendimiz sorarak bu hayât sınâvından bir golle de olsa geçme şansımızı kullanmıyoruz. Onların attığı şutlar ise hep gol oluyor.

Kur’ân-ı Kerim’de defâlarca tekrarlanan “Hiç akletmez misiniz?” âyetini dikkate almadığımız için, sorgulamadığımız için soru sorma becerimizi geliştiremiyoruz. Birileri sorsun biz de yarım yamalak cevaplayalım derdine düşmüş durumdayız.

İsmini koymadığımız şeyin hâkimi ve sâhibi olamadığımız gibi, sorularını soramadığımız zamânın hâkimi olamayız.