BORİS JOHNSON'IN İSTİFASI İSTİKRARSIZLIK MI DEMEK?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Öncelikle bütün okuyucularımın Kurban Bayramı'nı kutlarım.

Öncelikle bütün okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlarım. Rahmetli ananem derdi ki: “Bu bayram kanlı bayram oğlum. Aman, dikkatli olun!” Ben de buradan bütün vatandaşlarımıza hatırlatayım: Bayram yollarında dikkatli olun, kazaya mahal vermeyin. Bayram bütün milletimize huzur, sevgi ve esenlik getirsin.

***

İngiltere Başbakanı Boris Johnson perşembe günü Muhafazakâr Parti Genel Başkanlığı’ndan istifa etti. Bu sebeple Muhafazakâr Parti önce milletvekilleri arasında iki aday seçecek sonra da bütün Muhafazakâr Parti üyeleri bu iki adaydan birini Genel başkanlığa seçecek. Böylece İngiltere’nin yeni Başbakanı da belli olacak. Yeni Genel Başkan seçilip kabinesini kurana kadar Boris Johnson Başbakanlık görevini ifa etmeye devam edecek.

Yazılı ve görsel medyada bu olaya dair iki soru sorulup tartışılmakta: İlki, Boris Johnson’ın istifası ile İngiliz demokrasisinde bir istikrarsızlığın başlayıp başlayamayacağıdır. İkincisi ise bu istifa ile dünyada popülist siyasetin yükselişinin durup durmayacağıdır.

Kendisinin iktidara gelme hikayesi ile iktidardan gitme hikayesi büyük benzerlik göstermektedir. 2018 yılında Dışişleri Bakanı olarak bulunduğu Theresa May kabinesinden istifa ederek Theresa May’in düşürülmesi için bayrak açtı. Akabinde May’in istifası ardından Muhafazakâr Parti Genel Başkanlığı’na seçildi. Tarzı, söylemleri ve yaşam biçimi ile hep tartışılan ve alışılmadık bir Başbakan olan Johnson 2019 seçimlerinde İşçi Partisi’ne karşı büyük bir zafer kazandı ve Muhafazakâr Parti tek başına iktidara geldi. Bu kadar kuvvetli bir halk desteği almış olmasına rağmen pandemi sürecinde yaşanılanlar, Johnson’ın sıra dışı kişiliği ve ismini yazdırdığı çeşitli skandallar ardından kabinedeki bakanlar ardı ardına istifa etmeye başladı. Tıpkı bundan 3,5 sene önce kendisinin yaptığı gibi… Sonunda kendi partisinden gelen baskılara dayanamayarak perşembe günü istifa etti.

Bu hikâyede gördüğümüz en önemli nokta nedir: Ne kadar oy almış olursa olsun bir Başbakan ve kabinesi kendi partisindeki muhalefetle düşürülebilmektedir. Bu durum Türkiye’deki sıradan siyaset izleyicisi için çok şaşırtıcıdır çünkü kendi partisinin iktidarını deviren milletvekilleri bizde “hainlik” ve “davaya ihanetle” suçlanır. Hele bir grup parti üyesinin Genel Başkanı devirmek istemesi devlet ve millete düşmanlıkla, emperyalizmle iş birliğiyle veya üst akla maşa olmakla suçlanmayı getirebilir. Siyasete biz böyle baktığımız için hemen yukarıda dillendirdiğim ilk soru akla geliyor: “Acaba İngiltere’de bir demokrasi ve siyaset krizi mi başladı?” Tabii ki hayır! Hatta daha ile giderek diyebiliriz ki, bu durum İngiltere’de demokrasi ve kurumların ne kadar sağlıklı işlediğinin bir göstergesi olmuştur. Buna birazdan değineceğim.

İkinci soru popülist siyasetteki yükseliş trendiyle ilgilidir. Evet kişiliği ve tarzıyla dünyada yükselen sağ popülist siyasetin temsilcilerinden biri gibi gösterilen, belki imkân bulsa kendisi de İngiltere’de sağ popülist bir akıma lider olabilecek bir potansiyelde olan Boris Johnson, ne yazık ki, İngiltere gibi demokrasinin ve kurumların çok köklü bir gelenekle işletildiği bir ülkenin başbakanıydı. İkinci soruya bence hiç gerek yoktur: Çünkü ne İngiltere popülist sağın yükseldiği bir ülkedir, ne de Muhafazakâr Parti popülist sağ bir partidir. İsterseniz popülist sağı tanımlayalım ki, meramımız anlaşılsın.

Popülist sağ siyasetin iki ana öğesi vardır: Birincisi, partinin temel söylemi kendisinin halkın gerçek temsilcisi olduğu, diğer partilerin halk düşmanı ve seçkinci olduğudur. Burada halk basitçe popülist partiye oy veren lümpen yığınlarını temsil eder. İkinci öğe, çok kuvvetli bir lider kültünün bulunmasıdır. Bu liderler alabildiğine demagog (herkesin nabzına göre şerbet vermekte ustalaşmış ve ayak üstünde yalan söyleyebilen), ideolojik olarak değişken (zamana ve zemine göre en sağdan en sola her türlü politikayı rahatlıkla savunabilen, belli ideolojik tercihlerden çok tek amaç olarak ne olursa olsun iktidarda kalmak veya iktidarı elde etmek isteyen), halkın (yani kendisine oy veren mesleksiz ve aidiyetsiz lümpenlerin) kendisinde bir “baba” figürü gördüğü karizmatik kişiliklerdir.

Boris Johnson’ın hikayesinden yola çıkarak İngiliz Muhafazakâr Partisi’ni incelersek bu partinin ne lümpenlerin temsilcisi olduğunu ne de karizmatik demagog bir lidere biat edildiğini görürüz. İngiliz toplumunun en seçkinleri Muhafazakâr Parti’de siyaset yapmakla iftihar ederler. Bu parti seçkinci ve liberal bir siyaset taraftarıdır. Irkçılığı ve yabancı düşmanlığı yoktur. Söz konusu edilen Boris Johnson İtilafçı “vatan haini” Ali Kemal’in torunu olarak tanınır, ama kanında 72 milletin mirası vardır. Kabinesinde istifa ederek ona muhalefet eden Bakanları arasında Afrika kökenli, Kuzey Iraktan Kürt kökenli ve Pakistan kökenliler bulunmaktadır. Altı senede üç Muhafazakâr Başbakan (Cameron, May ve Johnson) kendi partisindeki muhalifler tarafından indirilmiştir. Bir lider kültü yerine kurumsal parti kimliği ve İngiliz demokrasisinin köklü gelenekleri bulunmaktadır. Yani bahsedilen Ülke, Parti ve Lider popülist sağ siyaset için bir örnek değildir ki, Johnson’ın istifası popülist sağ hareketin çöküşü olarak yorumlansın.

Birinci soruya gelince, bu krizin İngiliz Demokrasisinin kurum ve kurallarının sağlıklı işleyişinin bir göstergesi olduğunu söylemiştim. Bu görüşlerimin sebebi demokrasinin ve siyasi partilerin tanımında yatmaktadır. Demokrasi kapitalistleşmiş toplumlarda esasen bir orta sınıf ideolojisidir. Bu yüzden merkez sağ ve merkez solda bulunan ana partiler kendi ideolojik argümanlarını törpülemiş ve yumuşatmış kitle partileridir. Bu partiler her kesimden oy isterler, popülist partiler gibi milleti “biz ve onlar” diye ikiye ayırmazlar. Yine bu partiler için kurumsal olarak parti her şeyin üstündedir. Liderler kolaylıkla değiştirilebilir, çünkü liderin bekası değil partinin kurumsal varlığı önemlidir. Dolayısıyla parti içi muhalefet çok etkilidir. Geniş kesimlere dayandığı için bu partilerde birbirinden farklı görüşleri savunan gruplar oluşur. Diyebiliriz ki, gerçek bir burjuva demokrasisi için kurumsallaşmış partiler ve parti içi demokrasi temel bir gerekliliktir.

Bizde bu niçin anlaşılmamaktadır? İsterseniz bizdeki durumu biraz inceleyelim. Bizde Batı’daki gibi sağ popülist bir siyaset henüz oluşmamıştır. İktidarından muhalefetine bütün partiler hemen hemen aynı ekonomi politiğin temsilcisidir: Hepsi özelleştirmeci, Avrupa Birlikçi, NATO’cu ve küreselleşmecidir. Siyasette farklılık nereden gelmektedir? Yaşam tarzları, yani tüketim kalıplarındaki farklılıklardan… Biraz mütedeyyin olan, içki içmeyen ve eşi de mütesettir olan insanlar kendilerini sağcı olarak görürken, akşamdan akşama iki kadeh parlatan, eşi mütesettir olmayan ve kendisi dini pratiği Bayramdan Bayrama uygulayanlar da kendilerini solcu olarak görmektedirler. Bu yüzden hiçbir siyaset bilimi teorisi bu seçmenin davranışlarını çok rahat açıklayamamaktadır. Partiler de seçmenlerin bu dağılımına göre siyasi söylemlerini yaşam tarzı, etnik ve mezhepsel farklılık ve içkiye karşı tutum üzerinden geliştirmektedirler. Ancak bu partileri bir araya getiren en önemli nokta parti içi demokrasinin olmamasıdır. Türkiye’de herhangi bir partinin lideri adeta padişah yetkileriyle donanmıştır. Parti lideri delegeleri seçer, delegeler de parti liderini. Parti liderini değiştirmek isteyen ve kongrede aday olma cesaretini gösteren siyasetçilerin sonu Sayın Akşener ve Sayın İnce örneğinde olduğu gibi partiden atılmak olur. Sayın Davutoğlu’nun durumu farklıdır, o kendisinin emanetçi olduğunu unutmuş ve kendisinin gerçekten Genel Başkan olduğunu zannetmişti. Sayın Cumhurbaşkanımız ona bu hatasını gösterdi ve Genel Başkanlık ve Başbakanlıktan affını kabul etti. Bizde, hangi siyasi parti olursa olsun, liderin hakimiyeti mutlaktır ve şahsına bir kutsiyet ve ruhaniyet atfolunur. Lidere karşı çıkmak ve onun eleştirmek bu yüzden hem davaya ihanet hem de üst akla maşa olmakla eş tutulur.

Bizdeki lider kültü karizmatik liderlere dayanmaz. Türk siyasetinde 1923’ten beri çok siyasetçi gelmiştir ama karizmatik liderler bir elin parmaklarını geçmez: Atatürk, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal ve Erdoğan. Ama belki yüzlerce genel başkan gelmiştir. Hepsi de kerameti kendinden menkul şeyhler gibi davranırlar. Bu çok derin bir konudur ve sosyal bilimcilerin ayrıntılı araştırmalarını gerektirir. Ama böyle bir siyaset kültüründen demokrasi çıkar mı? Onu bilemem, ama bu yüzden İngiltere gibi köklü demokrasileri anlamada her zaman zorlanırız.

Hepinizin Kurban Bayramı mübarek olsun.        

 

 

 

 

  -