Vakıf Katılım web

BİR KADININ PORTRESİ

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Prof. Dr. Türkel Minibaş'ın aziz hatırasına…

1980’lerin başında İktisat Fakültesi İktisat Bölümü’nü düşünün… 19’uncu yüzyıldaki bir İngiliz centilmenler kulübünü hatırlatırdı… Girişinde yazmazdı ama herkes bilirdi: “Kadınlar giremez!”… Biraz abartıya kaçmış olabilirim, ama o dönemdeki tek tük kadın hocaların ortak özelliği erkekler gibi sert ve burnundan kıl aldırmaz karakterde olmalarıydı. Hepsi devasa isimler: Yüksel Ülken, Erdoğan Alkin, Erol Manisalı, Gülten Kazgan, Akın İlkin, Necati Mumcu ve daha nice büyük hocamız. İktisat Bölümü’nün odaları İstanbul iş hayatına ve Türkiye ekonomisine yön veren üstatların sigara dumanı içinde iktisat tartıştıkları ve maç muhabbeti yaptıkları bir erkekler kulübünü andırırdı. Böyle bir ortamda gencecik bir kızın hem kişiliğini hem de kadın olma özelliklerini koruyup, adeta tırnakları ile tutunarak yükselmesi pek düşünülemezdi.

Yeşil gözlü, kumral ve ince bir Çerkez kızıydı. Babası zamanında Kuvva-yı Seyyare birliklerinde bulunmuş, kendisi de son anına kadar sıkı bir Kuvvacıydı. Anti – emperyalist, Atatürkçü, Cumhuriyetçi, kadın hakları savunucusu, tiyatrocu, mükemmel bir eğitmen, sıkı bir polemikçi ve her şeyden önce asistanlarının hocası değil arkadaşı olan bir kadındı.

O dönemdeki büyük hocalarımızın yanına değil öğrenciler, asistanlar bile pek yaklaşamazdı. Sanki hocaların etrafında 5 metre çapında bir aura bulunmaktaydı ve hocalara bundan daha fazla yaklaşamazdınız. O ise öğrencileri ve asistanları ile arkadaş gibiydi. Okul çıkışı yemeğe gidebilirdiniz onunla, evinin terasında toplanıp hayata ve insana dair ne varsa konuşabileceğiniz bir insandı. Kız arkadaşlarınızı ona gösterebilirdiniz, o size akıl verirdi. Yeterlilik sınavlarında, jürilerinizde her zaman yanınızda olurdu. En yalnız ve güçsüz hissettiğiniz anda o yeşil gözleriyle sizi yakalar, destekler ve ayağa kaldırırdı. Öte yandan kendinizi en muzaffer hissettiğiniz ve burnunuzun havalarda olduğu anda bu sefer tırnaklarını çıkaran bir dişi pars gibi sizi kendinize getirir, havanızı alırdı. Hayatımda gördüğüm en içten ve en destekleyici hocalardan biriydi ancak ukalalığa, hadsizliğe ve saçmalıklara karşı tahammülsüzdü. En kızdığı şey ise, kendi doğrularınıza dayanarak kendi ayaklarınız üzerinde duramamanızdı. Bizler el bebek gül bebek yetişirken, o tırnaklarıyla kazıyarak, mücadele ederek bulunduğu itibara ulaşmıştı. Bizlerin de onun gibi mücadeleci ve azimli olmamızı isterdi.

İktisatçılar genelinde sanata karşı duyarsızdır. (Halbuki böyle olmaması gerekir. Çünkü iktisat insan davranışı inceleyen bir bilimdir, sanat ise insanı anlayabilmenin en güzel aracıdır.) Genç bir öğretim üyesi iken İstanbul Üniversitesi’nde tiyatro kulübünü kurup öğrencileri sanata teşvik eden bir kişiydi. Daha sonra babamın görevi vesilesi ile tanıştığım bir çok Şehir Tiyatroları sanatçısının yolu ya öğrenci ya da arkadaş olarak onunla kesişmişti.       

Kuvvacıydı dedim… Kuvvacı olunca ister istemez Atatürkçü ve Cumhuriyetçi olursunuz. (Bugün Atatürk resmini duvarlardan indiren, altı oku partinin müzesine kaldıran, tam bağımsızlığı ve vatan savunmasını Faşizm olarak gören, kendini Tayyip Erdoğan ne yaparsa tersini savunmaya programlamış kasaba politikacıları ile dolu partinin Atatürkçüleri gibi değil, gerçek bir Atatürkçü’ydü.) Yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında Yeni Dünya Düzeni adı altında Amerikan kültürsüzlüğü, kabalığı ve cehaletine dayalı vurgun ve sömürü düzenine en sert şekilde karşı çıkan, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ipliğini pazara çıkaran, özelde Türkiye’de genelde bütün dünyada yaygınlaşmaya başlayan bağnazlık ve yobazlığa bir kılıç gibi dimdik karşı duran, FETÖ tehdidini o yıllarda en gür sesle haykıran kalemlerden biriydi. İsmi lazım değil, soldan gelip AK Parti’ye çark etmiş, şimdi ise sıkı bir Turancı kesilen öğrencilerimden birisi FETÖ’nün makbul olduğu yıllarda onu ve Erol Hoca’yı dinazor olarak adlandırmıştı. Devir ulus devletin “tu kaka” edildiği, post-modernizmin dalgalarında Amerikan işbirlikçisi liberal solcular, gevşek cemaatçiler ve kendini solcu sanan Kürt milliyetçilerinin Türkiye’yi şehir devletlerden oluşan ve küresel kapitalizme entegre bir sömürge olarak tahayyül ettikleri devirdi. O bıkmadan usanmadan küresel kapitalizmin gizli ajandasını, emperyalistlerin içimizdeki adamlarını deşifre etti. O yüzden tam bir Cumhuriyet kadınıydı.

Laikti. Türkiye’nin ancak laik bir yönetimle ilerleyebileceğini düşünürdü. Her türlü din istismarcısı hokkabaza karşı net tavır alırdı. Ama çoğu kimsenin bilmediği bir tarafı da vardı: Samimi bir Müslüman’dı. Yalnız kaldığında Kur’an okurdu. İnancını yalnızca Allah’ına özgülemişti. Zaten istenen de bu değil midir?

Yılmaz bir kadın hakları savunucusuydu. Genelde feminist hareketin içindeki hanımlar biraz erkeksi tavırlar içindedir, adeta kadınlığından soyunup nöturleşmişlerdir. O hiç de öyle değildi. Her zaman şık, zarif ve bakımlıydı. Erkekleşmeden erkek dünyasında bir kadın olarak kendini kabul ettirmiş, kendi asistanlarından da bunu bekleyen bir insandı. Ölümünü yakın, hastalığının ilerlediği devirde bile kılığından, kıyafetinden ve bakımından geri kalmazdı. Kendini salıvermek onun gibi azimli ve mücadeleci bir kişilik için düşünülemezdi bile.

Azimliydi… Çalışkandı… Hastalığının ilerlediği safhalarında bile (ölümünden bir hafta öncesine kadar) derslere devam etmişti, idari toplantılara katılmıştı. Bizlerin onun zayıflığını görmemizi istemezdi. Bana verdiği öğütlerden birisi şuydu: “Her şeyden önce iyi bir eğitmen olacaksın. İşini dikkat ve tam zamanında yerine getireceksin. Yoksa, ne kadar bilgili olursan ol, ne kadar çok yayın yaparsan yap, başarılı olamazsın.” Keşke biz de onun kadar iş ahlakına sahip olabilsek.

Bundan dokuz yıl önce Türkel Minibaş’ı kaybettik. Bugün onun anısına koridorda duran resimlerine her baktığımda boğazım düğümlenir. Birebir onun asistanı olmamama rağmen o benim en çekindiğim ve en sevdiğim hocamdı. Ablamdı. Arkadaşımdı. Öldüğü gün saatlerce internette resimlerine bakıp, yazılarını okuyup ağladım. Keşke yanımda olsaydı da, “Çocuk, saçmalama! Kendine gel!” diye beni kendime getirseydi.

Şimdi sen çok sevdiğin Cunda’da huzur içinde uyuyorsun. Hiç birimiz seni unutmadık. Ebediyette bir gün tekrar karşılaşana dek seni hep hatırlayacağız.

Bu mübarek Cuma gününde Türkel Hoca’ma Allah’tan rahmet diliyorum.