Vakıf Katılım web

BİR İLETİŞİMCİNİN GÖZÜNDEN 24 HAZİRAN SEÇİMLERİ

Micheal KUYUCU 30 Haz 2018

Micheal KUYUCU
Tüm Yazıları
24 Haziran seçimlerinin ardından bir hafta geçti. Son yılların hem en agresif hem de en sakin seçimlerinden birini yaşadık. Bu seçimlerde halk vatandaşlık bilinci ile sandıklara koştu ve oyunu verdi.

Yaklaşık yüzde 88’lik bir katılımın olduğu bu sınavda Türk seçmeni dünyaya bir demokrasi dersi verdi. Dünyanın pek çok ülkesinde seçime katılım oranları yüzde kırk ile altmışlara kadar gerilerken Türkiye’de demokrasiye katılım bilinci aksine yükseldi. Böyle bir demokrasi şenliğinde Cumhurbaşkanı adayları da seçimlerde oy almak için ellerinden gelen her şeyi yaptı. Seçim kampanyaları hazırlandı ve adaylar yollara düştü.

Cumhurbaşkanlığı seçimi bu yıl çok katılımcı ve demokratik bir biçimde gerçekleşti. Türkiye tarihinde ilk kez altı Cumhurbaşkanı adayı bu makam için aday oldu ve kıyasıya bir yarışa girdi. Kıyasıya yarış diyorum çünkü en düşük oyu alan aday bile Cumhurbaşkanlığı seçiminde birinci olacağını iddia etti. Propaganda ve pazarlamanın nerdeyse tüm taktikleri uygulandı. Buna sosyal medya da eklenince bir cümbüşe döndü seçimler. Sosyal medyanın özellikle trol ayakları muazzam çalıştı, sahte trend topicler, mesaj bombardımanları ve akla gelebilecek her şey yapıldı.

Hem bir iletişimci olarak hem de bir medya yöneticisi olarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilgi ile takip ettim. Adayların yaptığı hataları inceledim. İlk önce şunu söylemek isterim ki Türkiye’de yapılan siyasi seçimlerde sosyal medyanın hiçbir tayin edici özelliği yok. Yani sosyal medyada birinci olan, gerçek hayatta kazanacak diye bir şey yok. Nitekim de öyle oldu. Siyasi partiler bu hataya çok düşüyor, özellikle ana muhalefet partisi CHP ve ekibi sosyal medyada elde edilen bir başarının seçim sonuçlarına da yansıyacağını zannedip yanılıyor.  Sosyal medya verilerinden hareket ederek siyasi seçim sonuçlarını tahmin etmek büyük yanılgı. Bunun iki nedeni var: Troller ve hedef kitle. Bugün parayı basıp dilediğiniz kadar sosyal medya trolü satın alabilir, dilediğiniz gibi kendinizi bir fenomen yapabilirsiniz. Hatta sosyal medya aracılığı ile gündem yaratıp kendinizi Türkiye gündeminde en yukarıda bile gösterebilirsiniz. Gelelim hedef kitleye. Sosyal medya kullanımı Türkiye’de her ne kadar yaygın olsa da henüz Türkiye’nin demografik ortalamasına ulaşmış değil. Mesela Türkiye’de orta yaş ve üstü daha çok Facebook kullanırken, gençler daha çok Instagram ve Twitter kullanıyor. Kadınlar ise daha çok Instagram kullanıyor. Ayrıca Türkiye’nin dört bir yanında sosyal medya kullanımının yüksekliğinden bahsetmek imkansız. Edirne’den Artvin’e kadar uzanan yolda acaba kaç milyon seçmen Twitter kullanıyor? Buradan hareketle “sosyal medyada muazzam bir geri dönüş aldık biz bu seçimi kazandık demek” saçma olur. Ancak belirli bir hedef kitlede mesela “kentlerde yaşayan gençlerde iyiyiz” demek daha mantıklı olur. Bu yanılgı siyasileri gaza getiriyor sonrada seçimlere itirazlar başlıyor. Gelelim Cumhurbaşkanı adaylarının siyasi pazarlama açısından uyguladığı stratejilere:

Recep Tayyip Erdoğan: Ramazan ayı boyunca çok sakin mizaçta oldu. Kullandığı dil sade oldu. O kadar sakindi ki bazı çevreler onun yorgun olduğunu ve kampanyada isteksiz olduğunu bile iddia etti. Oysa öyle değildi, hem mübarek Ramazan ayında iletişiminde insanları yormadı hem de tüm enerjisini seçimin son haftasına bıraktı. Erdoğan, bayramla beraber inanılmaz bir performans sergiledi. Bir yerden bir yere koştu, her şeye yetişti. Gösterdiği performans dış basının da ilgisini çekti. Mesela Yunan Devlet Televizyonu Erdoğan’ın seçimlerde gösterdiği performanstan övgü ile bahsederken 23 Haziran Cumartesi günü, yani seçimlerden bir gün öncesine kadar seçim yasaklarının başladığı saat 18:00’e kadar beş altı mitinge gittiğini söyledi. Müthiş bir performans sergiledi. Ve Türkiye’de bir rekora imza atarak yüzde 52’lik bir oy aldı. Özetle Türkiye’de her iki kişiden biri ona oy verdi. Bu sonuç sadece Türkiye’de değil, dünya demokrasisi adına elde edilebilecek en büyük sonuç oldu. Erdoğan aslında dünyanın en yetenekli futbolcularından biri olan Cristiano Ronaldo gibiydi. Tek başına aldı maçı ve başkanı olduğu partinin de üstünde oy alarak çok önemli bir lider olduğunu gösterdi. Ronaldo gibi tek başına bir takım gibiydi. İster yandaş ister muhalif olsun herkesin Erdoğan’ın gösterdiği soğukkanlılığı, inancı ve liderlik vasıflarını alkışlamalı.

Muharrem İnce: İki aylık bir sürede yüzde 30’luk bir oy alması başarı gibi gösterildi belki ama estirdiği rüzgara göre düşük kaldı. Bence bunun en büyük nedeni çok agresif bir dil kullanması oldu. Bazı durumlarda siyasetin konusu olmayacak konuları gündemine aldı. Espriler yaparak ciddi siyasetten uzaklaştığı anlar da oldu. Bu onu gençlerde özellikle sempatik kılarken orta yaş ve üstünde antipati ile karşılandı. Bazı konuşmalarında tehditkar bir söylem kullandığı için özellikle orta yaşı endişelendirdi. Çok vaatte bulundu, içerik olarak doksanlı yılların politikacılarının kullandığı iletişim stratejisini kullandı. Hani hatırlar mısınız bir dönemler iki anahtar dağıtılıyordu? İşte o yıllara götürdü bizi. İnce için söylemek istediğim bir diğer önemli şey iletişim astrolojisi açısından çok önemli. Astrolojik haritasına bakıldığında İnce’nin Vedic astrolojisine göre çok kötü bir dönem olan sadesate ve Satürn etkisinde olduğunu gördüm. Bunu birkaç astrolog dile getirdi ama az konuşuldu. Böyle bir astrolojik etki altında olan hiç kimse büyük bir zafer kazanamaz, nitekim de İnce son iki yılda iki seçim kaybetti. Biri CHP’deki başkanlık seçimi diğeri ise Cumhurbaşkanlığı seçimi. İşin ilginç tarafı benzer bir durum önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşandı. Ekmeleddin İhsanoğlu da seçimlere girerken İnce’nin şu an içinde bulunduğu astrolojik etki altındaydı. O dönem sadece haritasına bakıp “kazanması imkânsız” demiştim ve yanılmadım. Bu bir tesadüf mü bilmiyorum, ama eğer tesadüf değilse Kılıçdaroğlu’nun seçtiği adayları astroloji iletişimi açısından incelemediği kesin. Bu seçimlerde Kılıçdaroğlu, İnce’nin aksine pasif bir dil kullandı. Özellikle kendisinin ön planda olduğu parti reklamlarını yaptırarak ve tabii ki yayınlatarak İnce’nin gücünü zayıflattı. Reklam filminde “adalet” – “huzur” gibi seçmenin pek de umurunda olmayan temaları kullandı ve en ilginci “Zafer Muhteşem Olacak” sloganını kullandı ki bu sloganında seçimlerle bağlantılı bir slogan değildi. Bir spor müsabakası olsa belki ama bir seçim kampanyasında kullanılacak en kötü sloganı kullandı. Beni şaşırtan bir diğer konuda reklam filminde kullandığı şarkının Yunan kökenli bir beste olması oldu. İlk dinlediğimde şok oldum bile diyebilirim. Elbette müzik evrenseldir ama yine de geçmişte Yunan azınlıklarla çok ciddi sorunlar yaşayan bir parti olan CHP’nin adayının Yunan kökenli bir melodi ile Cumhurbaşkanlığına hazırlanması çok ironik oldu. Bence CHP’nin acilen reklam ajansı ile çalışmalarını bir kez daha gözden geçirmesi gerekiyor.

Meral Akşener:  Tansu Çiller’den sonra ilk kez bir kadın lider çıktı ortaya. Reklam kampanyası çok renkli miydi? Bence değildi! Herkes yüzde 20’lere kadar varan bir oy beklerken ben yüzde onu bile zor bulur dedim. Nitekim de öyle oldu. Meral Akşener’inde söylem tarzı İnce gibiydi. Hatta daha sert olduğunu söyleyebilirim. Hani ilkokulda sınıfa giren eli sopalı öğretmenler vardı ya bir dönem, biraz onları andırdı. Biraz gülümsemesi gerekirdi ama yapmadı. Bu sert tavır onun sempatikliğini yok etti, hangi siyasi ve ekonomik temellere dayanan bir iletişim stratejisi kurduğunu anlatamadı. Genelde “vaat” üzerine bir söylem kullandı. Toplum için en önemli konu olan ekonomi ile ilgili somut şeyler söylemedi, medyaya çattı, ısrarla seçimlerin ikinci tura kalacağını ve kendisinin ikinci tura kalacağını iddia etti. Propagandasını bu yönde gerçekleştirdi. Özetle şunu söyleyebilirim: Meral Akşener de İnce gibi çok popülist bir profil çizdi. Çok kötü bir PR stratejisi kullandı, bir yandan medya ile onu haber yapmadığı için kavga etti bir yandan da onu programlara davet eden medyaya gitmedi. “Yüzünü Güneşe Dön” sloganını kullandı ancak seçmene güneşin neyi ifade ettiğini neyin neden karanlık olduğunun mesajlarını veremedi.

Selahattin Demirtaş: Partisinin gerçekleştirdiği reklam kampanyası sadece tek bir konuya odaklandı, oda baraj konusu oldu. Fiili olarak bir şey yapamadı ama Twitter hesabını kullananlar onun adına sosyal medya pazarlaması yaptı. Partisinin reklam kampanyası barajı geçme üzerine mesajlar verdi. Biraz acitasyon diyebileceğimiz bir dil kullanıldı. Baraj konusu dışında nerdeyse hiçbir mesaj verilmedi. Bu kampanya sonucunda başta CHP olmak üzere diğer parti taraftarlarının da oylarıyla partisinin barajı geçmesini sağladı, ama bireysel anlamda partisinin altında bir oy topladı.

Temel Karamollaoğlu: SP’nin millet ittifakına katılması ile AK Parti’den oy alacağı varsayımı ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katıldı. Bence çok gereksizdi. Oy potansiyelini ciddi anlamda olmayan bir adaydı. Reklam kampanyasında “değiştir” sloganını kullandı. Söylem olarak yumuşak bir ton tercih etti, anlatmak istediği konularda daha doğrusu tezlerini savunurken altını dolduramadı. Pek çok konuya hakim olmadığını konuşmalarında yansıttı. Israrla seçimlerde birinci olacağını söyledi.

Doğu Perinçek: Seçimlere katılmak için gerekli olan 100 bin imzayı son anda topladı. Ve ne gariptir ki seçim sonucunda 100 binin altında oy aldı. Seçimlerde en yumuşak üslubu kullanan aday oldu. Amerikan emperyalizmi üzerinde propagandasını yaptı. Amerika’nın onu Millet ittifakına girmesini engellediğini iddia etti. En çok kullandığı kelime “tasarruf” ve “Amerika” oldu, oda Karamollaoğlu gibi tezlerini bilimsel anlamda savunamadı.

Seçimden Akla Kalanlar :Gazetecilerle Dost Olurken Dikkatli mi Olmalı?

24 Haziran seçimlerinde üniversitelerde ders olabilecek bir olay da yaşadık. Seçim gecesi Muharrem İnce basına hiçbir açıklama yapmadı ve seçim sonuçlarını izledi. Sosyal medyanın ne kadar kirlendiğini bir kez daha gördük. Adamın ne kendisi kaldı, ne eşi ne de ailesi. Sosyal medyada “eşini kaçırdılar”, “İnce’yi tehdit ettiler” ve bunun gibi saçma sapan iddialar ben buna iddia da demeyeceğim fantaziler dolaştı.  Fox TV’de Fatih Portakal ile beraber Seçim Özel programını sunan gazeteci İsmail Küçükkaya, İnce ile özel bir mesajlaşma yaşadı. Bu mesajlaşmada İnce ona seçim sonuçları ile ile ilgili “…Adam Kazandı..” cevabını verdi.

Küçükkaya bunun üzerine hemen canlı yayında İnce’nin ona yazdığı bu mesajı okudu ve bir gazeteci refleksi ile kamuoyunu bilgilendirdi. Bu mesajın okunmasının ardından medyada ciddi bir tartışma başladı. Bir gazeteciye arkadaşça yollanan bir bilgi içerikli mesajın toplumla paylaşılması ne kadar etiktir? İsmail Küçükkaya bu konuda “Ben gazeteciyim” diyerek kendisini savundu, 25 Haziran günü basın toplantısı yapan Muharrem İnce ise bu paylaşımı dostça yaptığını ve yapmaması gerektiğini söylerken çok ilginç bir söz söyledi: “Gazetecilerle dost olurken daha dikkatli olmak gerekiyormuş”

İsmail Küçükkaya bu açıklamadan sonra Twitter hesabından “….Elbette bunun haber değeri var... Erdoğan ve Bahçeli konuşmuş. Herkes İnce’nin ne diyeceğini merak ediyor. Bu haberdir. Seçimin sonucunu 00.37’de kabul etmiş. Haber değil mi?...... Böyle bir açıklamayı seçim gecesi duyurmayacak kişiye gazeteci denir mi?” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu konu aslında medya etiği ile ilgili ciddi bir tartışmayı da başlattı. Bir basın mensubu ile paylaşılan özel bir bilgi kamuoyuna “gazetecilik” adın altında paylaşılmalı mı? Paylaşılmamalı mı? Gazetecilikte bilgi paylaşımının sınırı ne olmalıdır? Eğer paylaşılmalı ise bu durumda bir gazeteci ile dost olurken dikkatli mi olmalı?

Bence bu ciddi bir tartışma konusudur, canlı yayın ve reyting refleksi ile bugün bunu Türkiye’de paylaşmayacak gazeteci zor çıkar. Paylaşılmalı mı? Bence bunu iyi düşünmeliyiz. Gazeteciliğin daha değerli olduğu yıllarda yani Babı-Ali döneminde yetişen ustalar kim bilir ne sırlar sakladılar yüreklerinde. Gazeteciliğin bugün geldiği nokta ise çok farklı bir nokta. Bu sorunun cevabını günümüz medyasında kullanılan “reyting için her şey mubahtır” sözü çok iyi açıklıyor.