BİLİM DİNİNİN TOTALİTER MEZHEBİ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Okyanuslara açılıp keşiflerle dönen gemiciler, Avrupa'ya ganimetlerle birlikte en üst seviyede tahrik edilmiş düşünce dünyâlarını tatmin edecek entelektüel malzeme getiriyor ve var olanı limandan limana, şehirden şehire taşıyorlardı.

Oysa her şey çok güzel başlamıştı. Rönesans ve Reform sancılarından sonra gerçekleşen doğum ile dünyâya gelen aydınlanmacı görüş, Batı’yı tahrif edilmiş Hristiyanlığın söndürdüğü ışık ile tekrar buluşturmuştu.

Artık bilgi, Kilise’nin tekelinde değildi. Düşünce, Kilise’nin vurduğu prangalardan kurtulmuştu. Avrupa’nın toplumsal aklı, beyin fırtınasını meltem zannettirecek olaylara şâhit oluyordu.

Okyanuslara açılıp keşiflerle dönen gemiciler, Avrupa’ya ganimetlerle birlikte en üst seviyede tahrik edilmiş düşünce dünyâlarını tatmin edecek entelektüel malzeme getiriyor ve var olanı limandan limana, şehirden şehire taşıyorlardı.

Şehirler artık Ortaçağ’ın yüksek duvarlı savunma kaleleri değil, en prestij edilesi mürekkeplerle basılmış ve gözlerin okumaktan usanmadığı kitapların elden ele dolaştığı birer fikir rafinerisi gibiydi.

Hristiyanlığın Prometus’u Martin Luther, İncil’i Papa’nın elinden kapmıştı. Ortaçağ Avrupası’nda şeytanla iş birliği yaptığı için insan sayılmayan kadınların ellerini bile süremedikleri Kitap, artık bir bilgi paylaşım sembolü olmuştu.

Artık bilgi, manastır duvarlarının arkasındaki karanlık ve soğuk odalarda ezbere okunan laflar değil, çarpışmasından kıvılcımlar ve bu kıvılcımlardan yeri göğü aydınlatan alevlerin çıktığı, her an yenisi ortaya çıkan zihin mahsulü idi.

Bu mahsul o kadar çoktu ki, küçük Avrupa kıtasına sığmadı. Kâşifler tekrar çıktıkları yolculuklarında yeni topraklara artık elleri boş gitmiyorlardı. Niyetleri kötü, amaçları bencilce olsa da, yeni tanıdıkları topraklardaki bilgeliğin karşısında artık daha az mahcup idiler.

Düşünme cennetinin yasak meyvesi

Oysa Avrupa insanının gözlerini açan bu akıl nelere kādirdi. Tabiat, kurallarını kendi anlayacakları şekilde anlatıyordu onlara. Fakat hız, felâket getirdi. Fizik kānunları formüllere döküldüğünde, hangi sebebin hangi sonucu getireceğinden duyulan emniyet, önce özgüvene, ama sonra baskıcı bir totaliter hâle dönüştü. Akıl, başka akılların varlığından rahatsız olmaya başladı. Bir akıl, tüm akılların üstüne çıkma hevesine kapıldı.

Düşünme cennetinin yasak meyvesi artık yutulmuştu. Düşünme rûhu üflenen insan, “bozguncu bir mahluk” olduğunu ispatlarcasına totaliter olmaya başladı.

Değişmeyen kānunlarla işleyen tabiatı kontrol edeceğini kendine ispatlayan insan, gelişimi önceden kestirilemeyen, değişken kānunlarla çalışan kendi türünün aklını kontrol etmeye yeltendiğinde tabiata yaptığı yıkımların ötesinde, kendi türüne de en büyük ve en ağır darbeyi vurmuş oldu. Ateş, ocaktan kaçıp bacayı ve evi sarmıştı.

“Benim gibi inanmazsan cehennemde yanacaksın” diyen önceki totaliter güç gitti ve “benim gibi düşünmezsen bu dünyâda yaşayamazsın” diyen başka bir güç geldi.

Artık “doğru”yu bu yeni güç belirliyor. Bireyin ve toplumun doğruları, bilimsel deneyler yapılan laboratuvarlarda üretiliyor ve empoze ediliyor.

Bilinen insan târihinin en tahripkâr ve yıkıcı iki savaşını, yirmi küsur yıl arayla 20. yüzyıla sığdırma “becerisi”ni gösteren bu totaliter güç, kendisinden önceki totaliter güçlere âdeta rahmet okutuyor.

Bilimi, soru sorduran bir yöntem değil de, mutlak doğruları veren bir nevi din olarak gören bu gücü, bilim dininin otoriter mezhebi olarak tanımladığımızda itiraz edecek olanların elinde acaba dişe dokunur ne olabilir?!