BEKTAŞİLER VE ALEVİLER

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Bugün Anadolu ve Rumeli'deki heterodoks Müslümanları genel olarak Alevi – Bektaşi kimliği etrafında tanımlamaktayız.

Bugün Anadolu ve Rumeli’deki heterodoks  Müslümanları genel olarak Alevi – Bektaşi kimliği etrafında tanımlamaktayız. Ancak bu ikisi arasında tarihsel süreçlerinin farklılaşmasından dolayı bazı ayrılıklar da bulunmaktadır. Bugün bu iki kitlenin, yani Aleviler ve Bektaşilerin zaman içinde nasıl farklılaştıklarını anlatmaya çalışacağım. 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Hacı Bektaş Ocağı Alevi Ocaklarından sadece bir tanesidir. Bununla birlikte Babai İsyanı sonrası Hacı Bektaş’ın toparlayıcı manevi önderliği ve zaman içinde Osmanlı Devleti’nin en itibarlı tarikatı olması hasebiyle diğer Alevi Ocakları Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’ye saygı gösterir ve onu kendi ulularından biri olarak tanır. 

Bektaşilik ile diğer Alevi Ocakları arasındaki en temel fark Bektaşiliğin bütün kurum ve kurallarıyla bir tarikat olmasına karşın diğer Alevi Ocaklarının her şeyden önce bin yıllık aşiret, boy ve oymak bağlarını koruyan soydan gelen kurumlar olmasıdır. Bunu şöyle açıklayalım: Ben, bugün itibarıyla, Bektaşi Tarikatına girmek istersem ve onlar da beni kabul ederlerse rahatlıkla Bektaşi olabilirim. Ancak diğer Alevi ocaklarında ocağa mensup olmak için ana ve babanızın ocağa mensup olması gerekir. Hepsinde değil ama bazı ocaklarda, ocağa mensup olmayan kişiler ocak mensuplarıyla evlenirse, o takdirde, ocağın kararıyla ikrar verip ocak mensubu olabilirler. Doğal olarak tahmin edilebileceği gibi, ocak dışından evliliklere pek sıcak bakılmaz. Bu da Alevi ocaklarının yüzlerce yıl kapalı topluluklar olarak kalmasına yol açmıştır. 

Babai İsyanı’ndan sonra Babai isyanına katılan ve bu isyandan arta kalan heterodoks kitleler zaman içinde iki farklı yola doğru giden iki alt kitleye bölündüler. İlki Yesevi ve Hayderi  dervişlerinin başı çektiği tekke ve dergâhlar etrafında toplanan, dışarıdan insanlara açık ve daha çok serhat boylarında örgütlenen tarikat oluşumları idi. Bunlar daha sonra 16’ıncı Yüzyılda Balım Sultan’la standart hale gelen Bektaşi Tarikatı’nın temellerini oluşturacaktı. Öte yanda göçebe yaşamı ve onun ekonomi-politiğini devam ettiren Türkmen boylarında ise, tıpkı Dede Garkın örneğinde olduğu gibi, o boy veya oymakla birlikte hareket eden, tarikattan çok eski Türk kabilelerindeki kamlar veya atalar gibi bir manevi rehberlik rolüne sahip olan ve Baba adıyla bilinen Yesevi veya Vefai  dervişleri bulunmaktaydı. Bu heterodoks  Türkmen Boyları genel olarak göçebe hayatına uygun olan Anadolu yaylaları ve ovalarında dolanmaktaydı. İşte, benim kanaatimce, Alevi ve Bektaşilerin ilk ayrım noktası burada gerçekleşmektedir: Bektaşiler belli tekkeler ve dergâhlar etrafında örgütlenip, çâr-ı darp (saç, sakal, bıyık ve kaşın tıraş edilmesi) ve mücerretlik (evlenmemeye yemin etmek) gibi kuralları sürdürürken, diğer Alevi Babaları bulundukları göçebe oymağa bağlı kalmayı tercih etmekteydiler. 

Her iki grup da, belli bir merkezi yönetimden uzaktı. Bektaşiler için farklı bölgelerde birbirini tanıyan ve saygı gösteren ama birbirinden bağımsız olan dergâhlar bulunmaktaydı. Örneğin bir tarafta Dimetoka’da Seyyid Ali Sultan bağlıları, bir tarafta Antalya Tekke Köyünde Abdal Musa Sultan bağlıları. Bu dergâhlarda sürek / erkân ve intisap (tarikata girme süreci) farklılıkları da olabilmekteydi. Alevi ocakları ise, zaten birbirinden bağımsız yapılardı ve süreklerinde ciddi farklar olabilmekteydi. Bu iki kitlenin bu kadar heterojen olmasının önüne geçen ve onları belli müşterekler etrafında bir araya getiren ne idi? Safeviler…

SAFEVİ ETKİSİ

Bugün İran Azerbaycan’ında kalan bir şehir olan Erdebil’de kurulmuş ve kurucusu olan Şeyh Safiyeddin-i Erdebilî’nin  ismini alan bir tarikat olan Safevi Tarikatı ilk başta sünnî bir tarikattı. Şeyh Safiyeddin’in torununun torunu Şeyh Cüneyt ilk defa aşırı Şii görüşleri tarikata getirdi. Amcası ve tarikatın o zamanki lideri olan Şeyh Cafer’le girdiği liderlik mücadelesini kaybetti. 

Şeyh Cüneyt tarikat liderliği ve manevi rehberliği kendisini yeterli bulmuyordu. O dünyevi bir hükümdarlık, yani Şahlık, peşindeydi. Bunun için kendisine körü körüne biat edecek insan gücüne ihtiyacı vardı. Bu da heterodoks Türkmenler arasında çokça bulunmaktaydı. Amcası Cafer’den ayrılarak ilk önce Osmanlı topraklarına sonra da Karaman topraklarına geçti. Anadolu’daki bütün heterodoks Türkmen ocaklarına elçiler gönderdi. Onları bugünkü Erzincan – Tercan bölgesinde bir kurultaya çağırdı. Belagati güçlü ve iyi yetişmiş biri olan Şeyh Cüneyt bir çok Türkmen ocağını bu kurultayda kendisine bağladı. İlk defa ocakları yazılı bir erkânname altında birleştirdi. Bugün Alevilerin Buyruk adını verdikleri erkân kitabı da Şeyh Cüneyt’ten kalmadır. Birbirinden farklı süreklere sahip Türkmen ocaklarını böylece standart kurallar etrafında bir araya getirdi. Ana iddiası kendisinin Mehdi olduğu, Ehl-i Beytin gerçek temsilcisi ve dünyaya adalet getirecek kişi olduğu idi. Anadolu’da kendisine biat eden bütün oymaklardaki Baba ve Dedeleri kendi halifesi ilan etti. Buradan aldığı güçle İran’a döndü. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın kızkardeşi Hatice Begüm’le evlendi. Bugünkü Diyarbakır’ın ve Doğu Anadolu’nun fethinde Uzun Hasan’a müridi Türkmenlerle büyük destek verdi. Daha sonra Azerbaycan’a döndü ve bugünkü Bakü’de hakim olan Şirvan Şahlara savaş açtı. Savaşta trajik bir şekilde ölünce Safevilerin Şahlık iddiası başka bahara kaldı.

Aradan 30 yıla yakın zaman geçti. Şeyh Cüneyt’in ve Uzun Hasan’ın torunu, Safevi Şeyhi İsmail tekrar İran ve Azerbaycan’da şahlık iddiasına girişti. Anadolu’da dedesinden bu yana kendi bağlı Türkmen Ocaklarına bizzat gitti. Mehdi ve Şah olarak onların biatlarını aldı. Uzun Hasan’dan sonra taht kavgasına girişen Akkoyunlu Beylerini (ki bunlar aynı zamanda kendi dayıları ve kuzenleriydi, DMD) Anadolu’dan topladığı bu Türkmen ordusuyla teker teker yendi. 1502’de Tebriz’de tahta çıktı ve kendini Şah ilan etti. Zannedildiği gibi Safeviler İran Devleti değildi, Anadolu’da kendilerine kızılbaş diyen Saf evi Tarikatına biat etmiş heterodoks Türkmenlerin devletiydi. Devşirme Osmanlı memurlarının zorla yerleşik hale getirmeye çalıştığı ve baskı altına aldığı göçebe Türkmen aşiretleri Şah İsmail’in şahsında kendi devletlerine kavuşmuşlardı. Ancak Osmanlı’nın da eli armut toplamıyordu…

Heterodoks Türkmenlerin Safevi  etkisi altına girmesi, Sultan II. Bayezid’in tedbir almasına neden oldu. Bu yüzden ilk önce Balım Sultan Hazretlerini 1501 yılında Dimetoka Tekkesinden getirerek Sulucakarahöyük’e  getirerek Bektaşi postuna oturttu. Balım Sultan birbirinden bağımsız ve farklı süreklere girmiş ama kendilerini Hacı Bektaş’a nispet eden tekke ve dergâhlara standart kuralları kabul ettirdi ve hepsini Sulucakarahöyük’teki  ana dergâha bağladı. Böylece Bektaşi Tarikatı resmen kurulmuş oldu. Bu tarikat aynı zamanda hem Yeniçerilerin tarikatıydı, hem de serhat boylarındaki namlı akıncı aileleri ve imparatorluktaki tımar beylerinin çoğu ile yakından ilişkiliydi. Balım Sultan’ın uzun çalışmaları neticesinde Anadolu’daki birçok Bektaşi Tekkesi ve yine birçok kızılbaş aşireti S afevi etkisinden kurtarılmış oldu. 

Kısaca özetleyecek olursak Şeyh Cüneyt ve Şah İsmail birçok kızılbaş  Türkmen’i ortak bir sürek ve erkâna bağlarken, Balım Sultan da Bektaşi Tekke ve Dergâhlarını standart kural ve kurumlarla bir araya getirmiş ve dahası devletin resmi tarikatı haline getirmişti. Bektaşi tarikatının bu resmiyeti ve meşruiyeti, onu aynı zamanda, gitgide şehirli zümrelerin tarikatı haline getirmişti. Bektaşi Tarikatı mensubu şair ve bestekârlar Türk kültürüne ölümsüz katkılar sunmuşlardı. Zaman içinde Hurufi ve Batınî görüşlere sahip birçok derviş de, devletin takibinden kurtulmak için Bektaşi Tarikatına girmiş ve Bektaşiler içinde Hurufi ve Batınî görüşlerin yaygınlaşmasına neden olmuştu. Öte yandan Safeviler’in zaman içinde İran’da Kızılbaşlığı bırakıp Şiî Caferî mezhebine girmeleri de, Anadolu Alevî ocaklarında Ehl-i Beyt  vurgusunun öne çıkmasına, hattâ bazı Dedelerin kabul ettiği gibi, CâferiMezhebi’ne bağlı oldukları yönünde bir telâkki doğurmuştu. 

17’inci asrın ikinci yarısından 19’uncu asra kadar Safevi Osmanlı ilişkisinin bir istikrara kavuşmasıyla birlikte Osmanlı Devleti ve Alevi Ocakları arasında da kavga bitmiş gibiydi. Ta ki, Vaka-yı Hayriye’ye ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar… Bu da Cuma’ya kalsın…