ACI İLACI KİM İÇMELİ?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bir ekonomi politikasını değerlendirirken iki temel unsur dikkate alınır.

Bir önceki Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanları’nın istifasından sonra Sayın Cumhurbaşkanı’nın “gerekirse acı ilaç içilebileceği” yönünde beyanları medyaya yansımıştı. “Acı ilaç”, 1990’lı yıllarda basın dilinde peyda olmuştu. 1980’lerde ise rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “kemerleri sıkmak” sözü ile ifade edilmekteydi. Biz iktisatçılar için gerek “acı ilaç” gerekse “kemerleri sıkmak” aslında ekonomi politikasında sıkılaştırıcı kararlar almak demektir. Dolayısıyla bizim tartışma konularımızın tam da merkezinde yer alan kararlardır.

Bir ekonomi politikasını değerlendirirken iki temel unsur dikkate alınır. Bu politika ekonomiyi büyümeye de, küçülmeye de yönelten bir politika olabilir. Dikkate alınan iki temel unsur şunlardır: Birincisi politika sonucunda toplam değerlerin ne yöne ve ne hızla hareket edecek olduğudur. İkincisi ise, politikanın gelir dağılımı etkilerinin ne olacağıdır. 

  Toplam değerlerin ne yöne ve ne hızla hareket edeceği, aslında, uygulanan politika sonucunda bir ülkedeki toplam tüketim, yatırım, üretim, dış ticaret, enflasyon ve istihdamın ne oranda değişeceği anlamına gelir. Acı ilaç deyince kastedilen sıkı maliye politikası (vergileri arttırmak ve harcamaları kısmak) ile birlikte sıkı para politikası (yüksek faiz ve kredi daralması) olmaktadır. Bunun sonucunda orta vadede hem bütçe açığı kapanmalı hem de ülkenin döviz rezervlerindeki açığı giderilmelidir. Uzun vadede bu politika – sanayi, eğitim, kalkınma ve teknoloji politikaları ile birlikte – cari açığı da kapatmak amacını içermelidir. Acı ilaçla kastedilen politikanın uygulanmasının bazı bedelleri de olur. Bu da, ekonomide en az bir yıl büyüme oranının düşmesi, kredi daralması sebebiyle yatırımın pahalanması ve azalması, istihdam ve üretimin de düşmesi anlamına gelir. Bunlar politikanın toplam değerler üzerindeki etkisidir.

 Politikanın gelir dağılımı etkilerinin ne olduğu ise, aslında, “acı ilacı kimin içeceği” anlamına gelir. Yani, bu sorunun başka bir ifadesi de “ekonomi politikasının kimin cebinden geliri alacak ve kimin cebine geliri koyacak” olduğudur. İktisatta bu, “politikanın gelir dağılımı üzerindeki etkisi” olarak adlandırılır. Acı ilaç tabir edilen sıkılaştırıcı politikalar, özünde başta devletin açıkları olmak üzere ekonomideki açıkları kapatmayı öncelik olarak belirler. Bu ise hükümetin vergi artışıyla gelirlerini arttırması ve eş anlı olarak harcamalarını kısması anlamına gelir. Hükümetin vergi artışını hangi kalemler üzerinden gerçekleştireceği ve yine hangi kalemlerde harcamaları kısacağı ise gelir dağılımını etkiler.

“Hocam ne olacak yani? Devlet vergileri arttırırsa herkesin yükü artmayacak mı?”, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hayır, bu işler o kadar kolay değildir. Örneğin, Hükümet doğal gaza, tütün ürünlerine, ilaca, ekmeğe ve benzeri kullanıcıları için zorunlu mal hükmünde olan malların üzerindeki KDV’yi arttırır, öte yandan örneğin büyük inşaat ve turizm firmalarının vergi borçlarını hafifletip, pırlanta, beyaz çay, ejder meyvesi ve benzeri lüks mallar üzerindeki vergiyi düşürebilir. Bu durum, Hükümetin orta ve düşük gelirli vatandaşlardan daha fazla para toplayıp, bu parayı zengin kalantorların ve rantiyelerin cebine koyduğu anlamına gelir. Yani Köroğlu gibi zenginden alıp fakire vermeyip, aksine fakirden alıp zengine vermektedir. Harcama kalemleri de benzeri bir etkiye sahip olabilir. Bir ülkenin acil ihtiyacı olmayan büyük altyapı projelerine büyük paralar ve bazı firmalara teşvikler verilirken, asgari ücrette artışı mümkün olduğunca düşük tutmak, transfer harcamalarını kısmak da, harcamaların zenginler lehine ve fakirler aleyhine dağılması anlamına gelir. Elbette bunun tersi de mümkündür. Acil ihtiyaç olmayan büyük yatırım harcamaları kısılırken, işsizlik fonundan işsizlere, fakir ve muhtaçlara yapılan transfer harcamaları arttırılıp, küçük esnaf ve çiftçiye destekler yükseltilebilir. Bu durumda harcamalar orta ve düşük gelir gruplarına lehine ve zenginler aleyhine geliri yeniden dağıtmış olur.

Türkiye yakın dönemde 1994, 2001, 2008, 2018-19 krizleri ile içinde yaşadığımız 2020 Pandemik Krizi’ni tecrübe etti. 1994 ve 2001 Krizlerinde Hükümet Bütçe Açığını kapatmak için orta ve dar gelirliden vergiler toplayıp batık banka ve firmaların borçlarını üstlendi. Yani fakirden alıp zengine verdi. Bu da ciddi bir biçimde gelir dağılımında bozulmaya yol açtı. Yani çok acı bir ilacı vatandaşa içirdi ve krizin faturasını dar gelirlinin sırtına yükledi. 2008 Krizi’nde devletin bütçe açığı yoktu, bu yüzden kamu harcamaları ve kamu kredilerinde artış yolu ile krize karşı genişlemeci maliye politikası uyguladı. Yani 2008 Krizinde acı ilaç uygulanmadı. Bu yüzden de bu krizin etkileri nispeten geçici oldu. 2018-19 Krizi’ni de yine aynı yöntemle çözmeye çalıştık, ancak 2008’den farklı olarak 2018’de denk bütçe yoktu. Bu yüzden 2018-19 Krizinde uygulanan genişlemeci para ve maliye politikaları hem bütçe açığının açılmasına, hem de kurların önlenemez yükselişine neden oldu. 2020 Pandemik Kriz bütün dünyayı etkilerken, Türkiye’yi ciddi bir bütçe ve yüksek dış borç durumunda yakaladı. Bu dönemde, yani 2018-2020 arasında şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı sınır ötesi operasyonları da ciddi bir maliyete yol açmıştı. 2020 Pandemik Krizi ile mücadelede Sağlık Bakanlığının –bütün personeliyle ve sağlık ordumuzun tamamıyla birlikte- canla başla mücadelesine rağmen, hükümetin elindeki kaynak sınırlıydı. Bu yüzden de salgınla mücadelede hedeflenen etkinliğe ulaşılamadı. Yine de, birçok zor durumda firmaya verilen destek kredileri, tüketicilere açılan kredi imkânları insanlarımızı biraz olsun rahatlattı. Ama bunun da bir maliyeti vardı: Artan bütçe açığı, artan dış borç. Sonuç Maliye’de dikişlerin patlaması ve Merkez Bankasındaki döviz rezervlerinin suyunu çekmesi oldu. Bütün bu dönemlerde her zaman cari açık da bulunmaktaydı.

Şimdi, bu durumda yeniden “acı ilaç” konuşulmaktadır. Durum 1994 ve 2001 Krizleri ile benzerlik göstermektedir. Yani Hükümet kendisinin ve Merkez Bankası’nın açığını kapatmaya öncelik vermektedir. Bu yüzden de vatandaşa “pamuk eller cebe” diyecektir. Pekiyi, acı ilacı kim içecek? Bu soruya cevabı şöyle özetleyeyim: Tarihimiz boyunca “acı ilacı” çoğunlukla Sayın Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle “fakir fukaraya, garip gurebaya” içirmişlerdir. Bu kesimlerin nüfus içinde oranı yüksektir ama gelirleri düşüktür. Krizin faturasını bunlara ödettiğinizde azınlık olan yüksek gelirli kesimler zenginleşmekte ama halkın çoğunluğu fakirleşmektedir. AK Parti kendinin halkın içinden gelmesi, elit kesimlerin değil “sessiz yığınların sesi, kimsesizlerin kimsesi” olması ile övünürdü. Sayın Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle “fakir fukaranın, garip gurebanın” temsilcisiydiler. Bu yüzden, AK Parti’nin – en azından kendi kendisi tanımladığı – kimliğiyle ve dayandığı toplum kesimleriyle tutarlı olan politika “acı ilacı” orta ve düşük gelirlilere değil yüksek gelirlilere içirtmelidir. Asgari ücret üzerindeki vergi ve sigorta maliyetlerinin bir kısmını devlet karşılasa ve asgari ücrete hakkaniyetli bir zam yapılsa, buna karşın servetten alınan vergiler arttırılsa bu açıdan bir başlangıç olur. Teşvikler üretken olmayan emlak, inşaat, oto kiralama ve perakende satış (AVM) sektörlerine verilmeyip, çiftçi, KOBİ’ler ve esnafa verilirse inanın çok daha az harcamayla daha büyük istihdam ve üretim imkânı sağlanabilir. Zorunlu mallar üzerindeki KDV’ye dokunmayın ama lüks tüketim mallarındaki vergilere katmerli bir zam yapın. Son olarak acı ilacı devlet de içmelidir. Örneğin planlarının yapılması için 11 yıl beklediğimiz Kanal İstanbul projesi için bir beş yıl daha beklenebilir. Buraya yapılacak harcamalardan tasarruf edilecek parayla kaç kişiye kalıcı istihdam yaratılabilir, bir düşünün. Burada acil bir gereksinim olmayan kamu harcamalarından birçok kalem sayabilirim size… Ancak meselenin özü şudur: Acı ilacı fakir fukaraya içirmeyin, acı ilacı bu sefer yüksek gelir grubundakiler ve devlet içsin.

SON SÖZ: Sosyal yönü olmayan politika uygulamaları, millete değil zenginlere yarar sağlar.