Giderek küresel bir iletişim ağına hapsolan günümüz insanı, almaya ve tüketmeye odaklanan yaşam tarzına alıştırıldığından, vermeye odaklanan yaşatma isteğini yitiriyor.
Hayatı algıladığımız ve anladığımız gibi yaşarız. Tercihler belli. Hayat ya bütün gücümüzle yaşama yahut yaşatma alanıdır. Birinde hayata verdiğimiz anlamın özünde almak, diğerinde vermek egemendir. Bizde durum nedir acaba?
Giderek küresel bir iletişim ağına hapsolan günümüz insanı, almaya ve tüketmeye odaklanan yaşam tarzına alıştırıldığından, vermeye odaklanan yaşatma isteğini yitiriyor. Oysa ruh sağlığı daralan, psikolojik sorunlarla cebelleşen ve giderek kendi hakikatinden uzaklaşan günümüz insanının yegâne çıkış yolu, vermeye dayalı bir yaşam alışkanlığıdır.
“Veren el, alan elden üstündür” düsturundan hızla uzaklaştığımızı gösteren davranış biçimlerimiz sayılamayacak kadar çoğaldı. Vermeyi ve almayı sadece maddi bir ibadet düzeyinde görmek bizi yanıltır. Mesele hayatı bir bütün olarak görmek ve ‘ben’in yaşaması odaklı bir alma mücadelesi değil, ötekinin yaşatılması odaklı bir verme mücadelesini göze almaktır. Mesele şartlar ne olursa olsun adaletten ödün vermemek, canlı ve eşyaya hakkını vermektir.
Vermeyi Almaya Bağlıyoruz
Sanal ortamdan çıkamayan ev ahalisi olarak birbirimize göstermediğimiz ilgi, trafikte önümüze geçmek isteyene vermediğimiz yol, tüm hücrelerimizle yer almadığımız iş ortamından esirgediklerimiz, belediye otobüsündeki yer kavgamız, vatandaştan almayı maharet sayan siyaset anlayışı, bildiklerini öğrencisiyle paylaşmayacak kadar uzak duran hocalar… Hepsinde aynı hastalığın iz düşümleri var. Vereceklerimizi alacaklarımıza bağladığımızdan ve hep karşılık beklediğimizden hayata kendimizden yeni bir şey katmıyor, hayatımızı geliştirmiyoruz. Dünden farklı bir merhabanın peşinde koşmuyor, parasız pulsuz bir tebessümü bile vermiyoruz insanlara.
Oysaki özünde aşkın yer aldığı hayat, yaşama değil yaşatma alanıdır. Bütün davranışlarını bu süzgeçten geçirebilen birey, gerçek mutluluğu yakalayacaktır. Zira âlemdeki döngü, verme ve yaşatma üzerine kurulmuştur.
Ömürlerini insanlığa adamış ve zamanda iz bırakmış peygamberleri, yüzyıllara ışık olmuş bilge kişilikleri, manaya anlam veren filozofları, tarih yazan liderleri, dünyayı anlamamızı sağlayan bilim insanlarını, şaheserleriyle estetik algımıza yol gösteren sanatçıları düşünün. Toprağı, suyu, ateşi, havayı düşünün; Güneş’i, Dünya’yı, Ay’ı ve diğer gezegenleri düşünün; evreni, galaksimizi, diğer galaksileri düşünün… Hepsinin ortak noktası bir aşk uğruna karşılık beklemeden verici olmalarıdır. Bizden bir istekleri yok. Bütün gücümüzle onları tüketmeye çalıştığımız halde verici olmaya devam ediyorlar.
Güneş her gün yeniden doğarak ışık vermeye, toprak her baharda yeniden yeşererek meyve vermeye, su her dem akarak ateşi söndürmeye, ateş bizi ısıtmaya devam ediyor. Etrafımızı kuşatan âlem; bıkmadan, yorulmadan, şikâyet etmeden bize bir şeyler vermenin yarışındayken biz bu döngünün neresindeyiz?
Hayattan Aldıklarımız, Verdiklerimiz
Zamanı geçmeden kendimizi bu anlayışla gözden geçirmek ve hayattan aldıklarımızla hayata verdiklerimizin muhasebesini yapmak bize iyi gelecektir. Deneysel araştırmalar da başkaları için bir şeyler yapmanın, yaşama sevinci sağladığını ve çağın vebası stresten koruduğunu ortaya koymuştur.
Mademki âdem ile âlem birbirinin içindedir ve birbirine benzer o halde âleme benzer bir duruşu yakalamak zorundayız. Zira âlemdeki her şey gibi insan da vermek üzere vardır. Yeryüzündeki serüvenimizin bir imtihan olması da bundandır. Bunun için Anadolu Erenleri, gönlümüzdeki Sultan’ı keşfetmemiz için benliğimizden sıyrılarak verme odaklı bir hayatta ısrar etmişlerdir.
Hazzın ve hızın hüküm sürdüğü, çok yönlü bir uyarıcı bombardımanı ile karşı karşıya olduğumuz şu zamanda hayat yolumuzdaki konumumuzu sık sık gözden geçirmek zorundayız. Gerekirse bir rehberin eşliğinde verme odaklı bir duruşu yakalamamız mümkündür. Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ındaki çok şeyi bilen ve anlayan, manevi yol gösterici Suhan gibi günümüzde de olgun yol göstericiler vardır, talip olanlar için.
Sadece tüketim odaklı bir dünyayı öğreterek, bizi kendi uydularına dönüştüren sanal ortamlardan, ilişkilerden, gereksiz uğraşlardan sıyrılıp kendi kalbimizin gerçeklerine ve kendimizi bilme arayışına yönelmek mümkündür.