İktisat tarihine baktığımızda teknolojik paradigma değişimi dönemleri her zaman büyük çalkantıların olduğu, dünyada jeo-politik ve iktisadi güç merkezlerinin değiştiği, insanların yaşam tarzında yani tüketim kalıpları ve toplumsal örgütlenmelerinde dönüşümün gerçekleştiği dönemler olduğunu görmekteyiz.

Geçen yazıyı şu sorularla tamamlamıştım: “İçinde bulunduğumuz değişim sürecinde devletler hangi politikaları ve firmalar hangi stratejileri geliştirmelidir? Bireylerin kariyer planlamaları ne olmalı?” Bu soruları cevaplamak için ilk önce içinde bulunduğumuz iktisadi ve toplumsal değişim sürecini iyi anlamalıyız.

İktisat tarihine baktığımızda teknolojik paradigma değişimi dönemleri her zaman büyük çalkantıların olduğu, dünyada jeo-politik ve iktisadi güç merkezlerinin değiştiği, insanların yaşam tarzında yani tüketim kalıpları ve toplumsal örgütlenmelerinde dönüşümün gerçekleştiği dönemler olduğunu görmekteyiz. Tabii ki bir teknoloji paradigmasından diğerine geçiş hemen bir günde gerçekleşmemektedir. Her bir teknoloji paradigması 45 ilâ 60 yıl arasında geçerli olduğu ve bir kuşağın da kabaca 20 yıl olduğu düşünülürse, bir paradigmadan başka bir paradigmaya geçiş de 1 – 1,5 insan kuşağı olarak kabul edilebilir; yani 20 ilâ 30 yıl arası. Bizim şu anda içinde bulunduğumuz dijital teknoloji paradigması temelleri Soğuk Savaş Döneminde yani 1970’lerin başında atılmıştır ve artık bu paradigmanın da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Neticede denebilir ki, 2010’lardan 2040’lara olana zaman dilimi Dijital Teknoloji Paradigmasından bir sonrakine geçiş sürecini içerecektir. Bir sonrakini nasıl adlandırabileceğimizi şimdiden bilemeyiz; onun adını geleceğin teknoloji tarihçileri ve iktisat tarihçileri koyacaklar. Ama bilmemiz gereken ve tarihte de her dönem tekrarlanmış olan gerçek şudur: üretim yapısı değişirken tüketim yapısı, insanların iş ve özel hayatları, yaşam tarzları da değişecek. Yaşam tarzındaki değişim aile yapısını, insanların sosyal ilişkilerini ve buna bağlı olarak içinde bulundukları sosyal ilişki ağlarını, bu ağların büyüklüğünü, sıklığını ve karşılıklı bağlantılarını da değiştirecek, yani toplumsal yapı değişecek. Bunun sonucu kaçınılmaz olarak toplumsal üst yapı, yani devlet teşkilatı, siyaset biçimi, dini kurumlar, şirketler ve sendikalar gibi birçok toplumsal kurum da değişecek. Eğer bireyler, kurumlar, şirketler ve devletler bu değişimi yeni teknoloji paradigması yerleşik hale gelmeden tamamlayabilirse teknolojik değişimin fırsatlarından yararlanabileceklerdir. Tersi durumda çözülmeye, bozulmaya ve yaşam gücünü kaybetmeye mahkûmdurlar. Geçen yazıda bahsettiğim yaratıcı yıkım tam da budur.

YENİ TEKNOLOJİ PARADİGMASININ YOL AÇACAĞI İKTİSADİ DEĞİŞİMLER

Önümüzdeki yeni teknoloji paradigması ne getirecek? Bugünden bunlar hakkında ne söylersek spekülasyondur. Ancak bugün (yani 21’inci yüzyılın ilk çeyreği) başlayan değişim sürecine odaklanarak bazı tahminlerde bulunmak mümkündür. İlk önce her teknolojik değişim sürecinin doğal olarak kapitalist üretim biçiminde yol açtığı dönüşümü ele alalım. Üç temel değişim söz konusudur: Birincisi üretim kapasitesinin artması, ikincisi ürün çeşitliğinin artması ve üçüncüsü yeni ürünlerin ortaya çıkması. Birincisinin sonucunu dünyada geçmiş dönemlere nispetle çok daha geniş ve birbiri içine geçmiş dış ticaret ilişkilerinin ortaya çıkmasında ve emek ile sermayenin uluslararası hareketliliğinin artmasında görüyoruz: bugün bu süreci küreselleşme olarak tanımlıyoruz. İkincisinin sonucu artık tek tip mal ve hizmetlerin değil ama neredeyse kişiye özel üretimin ortaya çıkmasında tecrübe ediyoruz; bunun sebebi de dijital teknolojiyle kurgulanan üretim tezgâhlarında çok çeşitte malın aynı anda üretilmesine olanak veren esnek üretim sistemidir. Hizmetlerden buna örnek verecek olursak, eskiden TV yayınlarını belli bir saatte seyredebilirseniz seyredebilirdiniz. Şimdi önünüzde binlerce alternatif olan ve sizin zevkinize göre bir seçim yapmanıza olanak tanıyan dijital platformlar var. Sosyal medyada beğendikleriniz ve paylaşımlarınıza göre yapay zekâ tarafından önünüze getirilen paylaşımlar ve reklâmlar var. Adeta herkes farkında olsa da olmasa da kendi kamuoyunu ve kendi sosyal medyasını oluşturmaktadır. Üçüncüsü ise yeni mesleklerin ve iş kollarının ortaya çıkması anlamına gelir. Örneğin önümüzdeki dönemde dron pilotluğu, blokchain ve yapay zekâ gibi yeni bilgisayar ürünlerindeki uzmanlık, tasarımcılık, genetik mühendisliği, sosyal psikoloji uzmanlığı gibi alanlar öne çıkacaktır. Mevcut işkolları da bambaşka düzlemlerde yeniden şekillenecek ve yapı değiştirecektir. Bu ise bütün ülkelerin milli eğitim sistemlerini güncellemelerini, firmaların yeni gelişecek sanayi ve ürünlere göre kendi satış ve üretim yapılarını uyarlamalarını ve bireylerin gelecekte önemli olacak işkollarına göre kendi eğitimlerini belirlemelerini gerektirecektir.

YENİ TEKNOLOJİ PARADİGMASININ GETİRECEĞİ TOPUMSAL VE İNSANİ DEĞİŞİMLER

Küreselleşme, esnek üretim sistemi ve yeni ürün ve işkolları ister istemez toplumların yaşam tarzlarında, sosyal örgütlenmeleri ve ilişkilerinde yenilenmeyi de zorunlu kılacaktır. Burada değişim birbirine paralel olduğu kadar zıt güçleri de harekete geçirmektedir. Örneğin üretimin küreselleşmesi, eğer küreselleşme şartlarının sağladığı fırsatları iyi değerlendirirlerse, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma hızlarını, kişi başı sermaye ve kişi başı gelirlerini ve ihracatlarının hem nitelik hem de niceliğini arttıracak sonuçlar doğuracaktır. Öte yandan tüketimin küreselleşmesi ise dünyanın her yanında yeme içme kültürünü, sanat anlayışını, estetik ve etik değerleri birbirine yakınlaştıracak ve kültürel farklılıkları en aza indirecektir. Yani bir nevi “küresel üretici” ve “küresel tüketici” profili doğmaktadır. Bu ise milli değerlerin aşınmasına, milli devletlere aidiyetin (yani vatandaşlık bilincinin) azalmasına ve bireycilik ile ben merkezciliğin artmasına yol açacaktır. Yani insanlar bir taraftan bencilleşirken ve ideolojisizleşirken öte yandan farklı coğrafyalardaki insanların yaşamları git gide birbirine benzeyecektir. Tabii ki, bu değişimin daha çok yeni teknoloji paradigmasına uyum sağlayabilen bireylerde görülmesi muhtemeldir. Kendini yeni yaşam tarzına eğitim ve bilgi donanımıyla adapte edemeyen bireyler ise kendilerini çözülen milli kimlik yerine etnik ve dini kökenlere dönmeye zorunlu hissedebilirler. Bu ise her türlü popülist sol ve sağ hareketlerin kuvvetlenmesine yol açacak bir gelişmedir. Irkın veya dinin kutsanması, dışa kapalı ve totaliter bir toplum arayışı özellikle teknolojik değişime intibak edememiş birey ve toplumlarda yaygınlaşacaktır. Bugün bile bu etkileri açık bir şekilde görmekteyiz. Pekiyi hangisi kazanacak? Bu haliyle giderse kazanacak olanı değil ama kaybedecek olanı söyleyebiliriz: milli devlet ve milli kimlik. Aydınlanmanın bu en önemli kazanımı, yani anayasa ile çerçevesi çizilmiş vatandaşlardan oluşan gönüllü ve siyasi bir kimliğin oluşturduğu millet ve onun örgütlü hali olan milli devletin kaybı çok önemli problemlere yol açabilir. Onun için milli devletlerin genç kuşakların bireysel özgürlük talebine uygun olarak eğitim sistemlerini paket programlardan ziyade bireysel tercihlere daha ağırlık veren, yaratıcılığı geliştiren ve yeni teknolojinin iletişim imkânlarını daha etkin kullanmayı öğreten bir şekilde yeniden tasarlaması gerekmektedir. Öte yandan teknolojik değişimin yıkıcı etkisinin yol açacağı ciddi bir gelir ve servet eşitsizliği ile de karşı karşıyayız. Bunu giderecek şekilde, yeni çağın imkânlarını da kullanarak sosyal devletin yeniden inşa edilmesi gereklidir. Eğer bu yapılmazsa, sosyal devletin yerini tarikat ve cemaat vakıfları veya etnik dayanışma örgütleri gibi insanı özgürleştirmek yerine köleleştirmeyi amaçlayan, elde ettikleri güçle devleti ele geçirip totaliterleştirmek isteyen zümre ve kurumlar alacaktır. Küreselleşmenin zorunlu sonuçlarından biri de göç hareketleriyle özellikle gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde artan konut sıkıntısı olabilir. Gelecekte örneğin her ailenin konut mülkiyetinin sınırlanması (hem adet hem de metre kare olarak) düşünülebilir. Bunu sağlamak için konut mülkiyetinin kamulaştırılması da gündeme gelebilir.

İnsanların tercihleri ve sosyal ilişkiler ağları değiştikçe din ve hukuk gibi kurumların da bundan bağımsız olması düşünülemez. Önümüzdeki dönemde (eğer hâlâ medeni bir ortamda yaşamak istiyorsak) milli hukukların da tâbi olacağı uluslararası hukukun daha da güçlenmesi ve yaptırım gücüne sahip olması gerekir. Bugünkü hâliyle, Rusya ve İsrail örneğinde görüldüğü gibi, “güçlü olanın haklı olduğu” bir uluslararası hukuk ortamı bulunmaktadır. Bunun nasıl ve hangi yollarla hayata geçirileceği ise bir başka yazı konusudur. Öte yandan hukuka göre toplumların tarihsel köklerine daha fazla dayanan, toplumsal bilinçaltından etkilenen ve onu şekillendiren dinlerin de mevcut haliyle yaşayabilmeleri pek mümkün gözükmemektedir. Dünyada mevcut dini yapılar, tıpkı diğer toplumsal kurumlar gibi, insanları kendine göre şekillendiren bir mekanizmaya sahiptir. Dini kurum ve kurallar özellikle en alt gelir ve eğitim düzeyinde insanların çekip çevrilmesine, zabt-u rabt altına alınmasına göre teşkilatlanmış gibi görülmektedir. Ancak artan bireyselleşme, her kulun Allah’la iletişimini bir cemaatin katı ve standartlaşmış kurallarından ziyade kendi huzur bulduğu bireysel bir ölçekte kurmasını dayatmaktadır. Bütün insanlar zamanla daha bireyselleşmiş bir dini yaşam arzu edeceklerdir. Benim anladığım kadarıyla bu, bir taraftan bizdeki tasavvuf gibi mistik akımların yaygınlaşmasına, öbür taraftan artan bir sekülerleşmeye yol açacaktır. Çelişkili gibi gelecektir, ama maddi dünyadaki değişim de çelişkiler barındırmaktadır ve barındırmaya devam edecektir.

İşte “Bu değişim trendleri içinde birey, firma ve devletlerin stratejileri ne olmalıdır?” sorusuna cevap verecekken sayfada yer kalmadı. Bu yüzden, “Sorunun cevabı bir sonraki yazıya inşallah!”, diyelim…