Farkında mısınız son birkaç yıldır "Nerede o eski bayramlar" sorusu ile ruhumuz erozyona uğratılmıyor…
Bir ara neredeyse depresyona girecektim toplumun vicdan azabına kanalize edilmesine çalışılması yüzünden. Her bayram öncesi televizyonlarda yayınlanan reklamlar hepimizin yüreğini söküp üzerinde tepiniyordu adeta.
Medyanın azaba kanalize etmesi sonucu toplumunda diline sakız oluyordu her an her yerde “ah ah nerede o eski günler” sorgusu. Şükürler olsun ki o trendi unuttu medya.
“Değişmeyen tek şey değişimin ta kendisidir”
Dünya üzerinde olumlu ya da olumsuz değişime uğramayan ne var ki? Yaşantılar, alışkanlıklar, yeme içme zevkleri, sevmeler ve sevilmeler... Ve tabi ki bayramlar.
Yoğun ve yorucu hayat yolculuğu hangimizi değiştirmedi diye sorsam kim çıkıp “beni” diyecek? Tüm değişim fırtınası içerisinde güzel bir değişim var bizler için; muhteşem bir nesil geliyor! Bilinçli, sorgulayan, köklerine sadık, görselliğe değil öze değer veren, ne istediğini bilen kararlı nesillere gebe olduğumuzu görmek mutluluk ve gurur verici.
Türkiye’de toplum bir dönem “değişim hazımsızlığı” yaşadı. İki binli yılların başına kadar yoğun bir şekilde devam eden bu hazımsızlık şükürler olsun ki şimdilerde yok.
Hatırlayın oluşturulan algı şuydu; özünden, kültüründen, yemeklerinden, isimlerinden, köyünden, ailesinden utanmalıydı kişi. Lahmacun, çiğköfte, dolma, bulgur pilavı yemek, sevmek ve dile getirmek görgüsüzlüktü.
O dönem çocuklara verilen acayip ve manasız isimlere o zaman da tepkimi koyup gülmüştüm şimdide aynı düşünceleri savunuyorum.
En farklı ve en ilgi çekici olması için ne tuhaf isimlere mağdur kalıyordu bebekler.
Ayşe, Fatma, Zeynep, Ahmet vs geçmişimizden yadigar olan isimler mimlenerek dipsiz karanlık kuyulara atılmıştı. Hatta ismini değiştirenler dahi olmuştu.
Hemen şurada kendimden de bir iki cümle ile bahsetmek istiyorum müsaadenizle. O dönem ismim yüzünden başıma gelenleri yazsam “best seller” da iyi yer bulurum inanın.
Girdiğim her ortamda “ne Yaşar mı?” sorularına eşlik eden ağız burun kıvıran suratları defalarca görmenin rahatsızlığını atlatmak kolay olmuyordu elbette.
İsmim yüzünden bir askerliğe çağrılmadığım kalmıştı.
Kökensiz ve manasız akıllara zarar isimlerden bahsetmişken o dönemin işyeri isimlerine değinmezsem olmaz elbette. Neydi o tabelalar Allah aşkına! Neredeyse bir tane Türkçe ismi olan mekan kalmamıştı.
Sanat dünyası da medya ile birlikte topluma kötü örnek olma görevini ustalıkla yerine getiriyordu. Evlenmeyi ve çocuk yapmayı sanki bir güç yasaklamıştı onlara. Evli olup bunu saklayanlar dahi vardı.
Yapılan konuşmalara fiyaka katmak içinde bilumum alengirli terimler seçilirdi. Ne kadar anlaşılmaz olunursa o kadar uzman sayılma merakı akademisyeninden siyasetçisine, idarecisinden esnafına herkesin yaşam felsefesi olmuştu. Halbuki konuşulan tüm o alengirli kelimelerin karşılığı olacak sayısız Türkçe kelime varken!
Seksenlerde başlayıp iki binin ilk yıllarına kadar devam eden kültürel açıdan büyük kayıplara sebep olan anlamsız bir süreci yaşadık. Olumsuzlukların topluma dayatılmasında medya faktörü kendini fazlasıyla göstermişti.
Bu sebepten her mecrada ısrarla dile getiriyorum doğru ve toplumun özünü bozmaması açısından “kontrollü medya” kavramını.
Şimdi bayramlara dönelim dersek, şu an itibariyle bu konuda inanın çok iyi bir noktadayız. Medyanın büyüklerimiz üzerinden vicdanımıza sıktığı kurşunlardan da kurtulduk şükürler olsun. Daha ne olsun?
Arada tatillere kaçışlar oluyor bayramlarda dediğinizi duyar gibiyim. “O kadar kusur sultan kızında da olurmuş” varsın olsun arada tatillere göz kırpmalar.
Mutlu, huzurlu, sağlıklı, birlik ve beraberlik içerisinde nice bayramlara Türkiye...