"Uzaklaştırmayın, yakınlaştırın" âyetinden dolayı daima, insana ne ile tesir edilebilecekse onu anlatmak daha doğrudur.
“Uzaklaştırmayın, yakınlaştırın” âyetinden dolayı daima, insana ne ile tesir edilebilecekse onu anlatmak daha doğrudur. Ama bu tesiri yapabilmek için, yani kullandığın kelimeler çok önemlidir; ama o kelimeleri yaşamak lâzım. Yani biraz sert bile çıksan, eğer yaşıyorsan tesir ediyor; ama yumuşak olsan, çok çağırıcı gibi olsan da yaşamıyorsan, o zaman tesir etmiyor. Dolayısıyla birinci şart; Kur’an’ı yaşayabilmektir. Yani insan yapmadığı bir şeyi anlattığı zaman, katiyetle etrafa tesir etmez. Hâl dilinin tesiri, laf dilinin tesirinden çok daha fazladır. Bunun dışında da, benim de gördüğüm; her kul bir öğretici arıyor. Zaten Peygamberin yaratılış sebebi de bu… Yani kul kendi seviyesine inen, kendisi gibi yaşayan, mütevazı, beklentisi olmayan bir öğretici ve bir önder arıyor. Peygamberde hilmin/yumuşaklığın çok ileri seviyede olması, Tövbe Sûresinde de bunun taltif edilmesi, bu tür öğretmenlerin daha çok tesir ettiğinin en güzel delilidir. Hattâ Peygamberin yorumuna göre; “Kemâl derecesi arttıkça, yumuşaklık artar” diyor. Ama sert hocadan da zevk alan öğrenciler olduğu düşünülerek, herkese tesir eden çeşitli meşrepler vardır. Genele tesir eden; mütevâzılık, onlarla bir ve beraber olmak, onlar gibi yaşadığı halde onlar gibi olmamak, hâdiseleri güzel karşılayabilme sanatı ve yaptığını anlatmış olmak. Bunlar, genele çok tesir eden hareketlerdir. Yine bununla bağlantılı olarak “Hocalarımızdan öğrendiklerimiz sadece onların okuttukları değildir.” Onların “düşünce, duygu ve davranışları karşı tarafa bunu geçirebilir. Sevgi, şefkat, merhamet duygularının hocadan talebeye geçişi, bir anlamda ‘feyz almak’ demektir.
Hazreti Mevlânâ diyor ki: “Biz tıpkı bir ilkokul öğretmeni gibiyiz. Önce çocuğa “Çok güzel yazıyorsun” diye taltif ederiz; hâlbuki çocuk çok kötü yazıyordur. Sonra yavaş yavaş, “Ay, bu kadar güzel yazının içinde, hadi ‘a’ harfini biraz daha yuvarlatalım da yazı bozulmasın, çünkü harika yazıyorsun” diye ‘a’ harfini düzelttiririz. Ertesi gün, “Ay bu ‘a’ harika olmuş, biraz da ‘b’ ye mi acaba baksak” diyerek, tek tek harfleri taltif ederek düzelttiririz. Çünkü bir anda kusurlarını insanın gözü önüne serersek, o insanda ümitsizlik ve hiçbir zaman adam olamayacağı gibi bir his doğar; bu da insanı tekâmülden alıkoyar” Onun için önce özgüvenin gelmesi lâzım. Öğretmen, özgüven veren kişidir. Özgüven de: “Öze güven” dir, yani “Kendindeki Allah’a güven” demektir. Yani “Kendi varlığına değil de, kendisini yaratana, kendisi içindeki yaratana güven” demektir. Bunun en güzel yorumu; İnsanın, ancak Allah’ını memnun ettiği zaman mutlu olması ve özgüveninin artmasıyla alâkalıdır. Yani O’nun emirlerine uyduğu zaman, bunu yapabildiği zaman kendine olan güveni artar ve başarısından dolayı daha kuvvetle yaratıcısına sarılır. Bunun için, onlara kendindeki yaratıcının ismine güvenme zevkini aşılamak lâzım.
Bir anlık gaflet, facialara sebebiyet vermek demektir. Allah korusun katil bile olabiliriz. Hem kendimize yönelik, hem de muhataplarımıza yönelik buradan yola çıkarak bütün fiillerimizde, nefes aldığımız müddetçe akıllı ve uyanık olmamız gerekiyor, hassasiyetimizi korumamız gerekiyor. Facialara meydan vermemek için mücâdele etmek, yani meydan vermemek hakkı bize ait değildir; olacaksa olay mutlaka olacaktır, kader ezelden bellidir. Ama Allah, kulunun mücadelesini sever; yani tedbir almasını, mücâdele etmesini, bu konuda gayret göstermesini sever… bu birincisi. İkincisi; “Haram işlemeyin” diye bir âyet yok; “Harama yanaşmayın” diye bir âyet var. Bu, çok önemli bir fark bence. Çünkü harama yanaşmak, “Ne olacak? Bana bir şey olmaz, yapayım” demek; Allah’ın korumasını kaldırmak demektir, o zaman koruma insanın üstünden kalkar ve insan her türlü kötülüğü yapabilir. Öyleyse kötülük yapabileceği inandığı yerlerden ve şeylerden, mümkün olduğu kadar uzak durmak yahut böyle bir yere gidecek veya böyle bir işe girişecekse, çok dua ederek Allah’ın kendini korumaya alması için O’na çok rica etmek gerekir. Yani kendinde bir kuvvet olmadığını, ama mücâdele ettiğini; Allah’ın bu mücadeleden dolayı ondan memnun olacağını ve onu koruyacağını, sık sık hem kendine, hem etrafa tekrarlaması lazımdır.
O yüzden Peygamber Efendimiz de her şeye dua ederek giderlermiş. Hâlbuki zâten Allah’ın onu temizlediği ve ezelden beri onunla olduğunu bildiğimiz halde çalıştığını, dua ettiğini, her işini kendisinin yaptığını, kimseye yük olmadığını, insana sonsuz hürmet ettiğini biliyoruz. Düşmanını bile iyilikle çağırdığını biliyoruz. Kendi nefisle mücâdelesindeki başarısını etrafa aksettirerek örnek olduğunu biliyoruz. Dolaysıyla bütün yapacağımız şey; elimizde hiçbir hâdiseyi bütünüyle yönetme gücü olmadığını, fakat elimizde o hâdiseyi yöneten Allah’a yalvararak, onu pozitife çevirebilecek bir kudret olduğunu bilmemiz lâzım. Allah hepimizi nuruyla şuurlandırsın vesselam.