Ve ilk kitap şu önsöz ile perdeyi araladı:

“Sevgiyle ve ilgiyle beslemeden, yüreklerindeki öğrenme heyecanlarına yeni yeni kapılar aralamadan, ufka doğru uzanıp hayallerine ulaşmalarını sağlayacak merdivenleri inşa etmeden, yön bulmaları ve aydınlanmaları için ‘Güneş olup’ yanmayı göze almadan; yeni nesillerin yeşermesini ve Türkiye adına boy vermesini nasıl beklersiniz?

Kısaca Kaf Dağı’nın ardındaki Güneş gibiydi Güneydoğu’nun huzura olan sevdası ve hasreti...

Hürmetin, hoşgörünün, sevginin, mutlu seslerin çınladığı sokaklara korkunun, acının, ölümün ve zulmün kara taşları uzun zaman önce döşenmeye başlamıştı birer birer...

Güzel ülkem ciğerinin tam da orta yerinden ‘vatansever Türkler ile terörist Kürtler’ olarak ikiye parçalanmıştı. İçimizdeki terörün menfaat aktörleri o kadar ustaydı ki; ‘vatansever Türkler ve terörist Kürtler’ ayrı ayrı acılara tabi tutularak, ayrı ayrı tuzaklara çekilerek birbirlerine karşı bilendiklerini anlayamamıştı bile...

Bu acılara şahit olarak ve bizzat yaşayarak büyüyen öfkeli evlatlar boy verirken ülkemin ve Güneydoğu’mun koynunda, terör oyununun lejyonerleri dahi bu oyunların uzun vadede vereceği zararları hesaba katmamıştı...”

Bu cümleler ve çok daha fazlası yazdığım ilk kitapta yer alıyor.

Yılların terör acısını anlatmaya ne kelimeler ne de kitaplar yetmez aslında! Dışarıdan koordine edilen terör oyunlarının içteki bilinen ve gizli aktörlerinin oldukça başarılı bir şekilde rollerine adapte olduğunu da unutmamak gerekiyor elbette...

Uzun zamandır dilimde ve kalemimde olan cümleleri bir yerlere karalamak istiyordum. Terazi olmanın marifeti midir yoksa kainatın cenin halime üflediği bir lanet midir bilmiyorum fakat masumların heba edilmesi karşısında tüm köylerden kovulacağımı bilsem dahi susamıyorum... Hele ki hunharca heba edilenler ‘evlatlar’ ise!

Acılar içinde ‘çifte kavrulmuş’ umuda susayan cümlelerim vardı benim. Öyle cümleler ki ‘geçmiş yıllarda prangalara vurulmuş Kürtçe ağıtları, umudun müjdecisi zılgıtlar eşliğinde kucaklayan Türkçe cümlelerdi’ bunlar. Hem Türklerin hem de Kürtlerin ülke üzerindeki sislerin dağılmasıyla oyunları görerek kenetlenmesini anlatan cümleler...

Yazmalıydım ama nasıl?

Sanat için değil, yazayım da namım yürüsün diye de değil, edebiyatı parçalayıp insanların zihnine uzak hovarda alengirli cümlelerle de değil...

Çok uzun olmamalıydı cümlelerim. Kısa ve öz olmalı, sokaktaki seyyar satıcı da evdeki yaşlı amca da okuyabilmeli... Her okuyan kendinden zerreler bulmalı... Okuduktan sonra hiç acımadan iğneleri batırıp özeleştiriler yapılmalı... Kısa zamanda okunup uzun vadeli dersler almak için zihinlere kazınmalı...

Kısaca öyle bir kitap olmalı ki herkese ulaşmalı ve vicdanları-zihinleri-geçmişi-geleceği sorgulatmalı!

İşte tam da bu zihin fırtınası içinde “bir kadın bir anne yüreği ile yıllardır tutulan Güneydoğu günlüğümün” sayfaları aralandı...

Yetmişli yılların sonlarında başlayan acıların son yıllarda huzura kavuşmasını kaleme aldığım ‘Kardelenler Misali’ yakın zamanda yazmayı düşündüğüm romanın numunesi hatta konsantresi gibi oldu.

Ve neden mi “Kardelenler Misali” ortaya çıktı?

‘Türkiye’nin büyüme ve güçlenme yolunda terör mağduru nesillere değil güçlü, mantıklı, devlet bilincine sahip nesillere ihtiyacı olduğunu ve bu nesillerin boy vermesinde bir damla da olsa fayda sağlamak’ için attığımız her adımda, ettiğimiz her kelamda sorumlu olduğumuz nesillere dair tohumları serpmeye hepimiz mecburuz...