Milliyetçilik dosyası adı altında üç yazı yazdım. Bunlarda milliyetçiliğin ve milletin tanımlarını verdim. Milliyetçilik, ırkçılık ve sağ popülizm arasındaki farkları anlattım. En sonunda da Türkiye’de millet inşa sürecinden bahsettim. Bugün Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğini yazacağım. Ekonomi politik veya eski tabirle siyasi iktisat, iktisadi ve siyasi olayları geri besleme ilişkisi içinde ele alan bir iktisadi yöntemdir. Geri besleme ilişkisi derken birden fazla değişkenin birbirini eş anlı olarak etkilediği süreçler kastedilir. Bugün egemen iktisat anlayışı iktisat bilimini fizik ve kimya gibi siyasive toplumsal olaylardan bağımsız bir doğa bilimi olarak görme eğilimindedir. Halbuki iktisat insan birey ve toplumlarının davranışlarını sebep ve sonuç ilişkisi ile inleyen sosyal bilimdir. İnsan toplumlarının davranışını ise sadece faiz ve dövizle, borsa endeksi ve cari açıkla açıklayamazsınız. İnsanların birey ve toplum olarak siyasi bakış açılarından, tarihi ve kültürel mirastan, coğrafya ve iklimden etkilenmediğini söylemek hiç mümkün değildir. Zaten iktisadın ilk babaları olan Klasikler, iktisat bilimini “ekonomi politik” olarak adlandırırlardı.
Bugün Türk milliyetçiliği gibi gayet kırılganlıklar ve duyarlılıklar içeren bir alana temas edeceğim. Daha önceki üç yazımda anlattığım millet ve milliyetçilikle ilgili tanım ve temel kavramları referans alacağım Bu temel kavramlardan yola çıkarak Türk milliyetçiliğinde yaşanan anomalileri tespit etmeye çalışacağım. Bunu yaparken de, iktisadi olguların siyasi sonuçlarına değineceğim.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN GENEL HATLARI
İlk dönemde Osmanlı’daki Jön Türkler’den, İttihat ve Terakki’ye, oradan Kuva-yı Milliye Hareketi ve CHP’ye, en nihayet Türkiye’nin çok partili hayatındaki merkez sağ partiler ve MHP’ye kadar Türk milliyetçiliğinin bazı ortak unsurları vardır. Her şeyden önce Türk milliyetçiliği kapsayıcıdır, dışlayıcı ve ayırımcı değildir. İkincisi Türk milliyetçiliği devlet merkezlidir, yani ana gayesi milletin hâkimiyeti değil devletin hâkimiyetidir. Üçüncüsü farklı gruplarda farklı ölçüde olsa da bağımsızlıktan yanadır. Dördüncüsü yine farklı milliyetçi gruplarda farklı tonlarda vurgulansa da laiklikten yanadır.
Türk milliyetçiliğinin kapsayıcılığı ile kastettiğim Osmanlı Dönemi’nde Osmanlı vatandaşlarını, Cumhuriyet Döneminde de Cumhuriyet vatandaşlarını tek bir millet olarak tanımlamaktır. Bu da teorideki modern milliyetçilik tanımı ile uyumludur. Özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde vatandaşların ortak kimliği Türk olarak tanımlanmıştır. Bunun da çok temel bir sebebi vardır: imparatorluk bakiyesi halkların içinde etnik çoğunluk Oğuz Türkleri’ndedir. Bütün vatandaşların farklı anadillere sahip olsalar da, aralarında ortak lisanları Türkçe’dir. Bugün Cumhuriyetin vatandaşlarına verdiği bu “Türk” kimliği etnik azınlık ırkçıları tarafından eleştirilmektedir. Türk milliyetçileri hangi etnik köken ve dinden olursa olsun bütün vatandaşları “Türk milletinin” ayrılmaz bir unsuru kabul eder. Eğer Cumhuriyet kurulurken ırkçı bir bakış olsaydı ülkenin adı Türkiye değil, Oğuzeli olurdu. Çünkü Türkiye Türkleri etnik ve dilbilimsel olarak Oğuz Kavmine mensuptur. Bugün Türk milleti kavramına karşı çıkanlar ve halkalara kolektif haklar verilmesini savunanlar kendilerini siyasi vatandaşlık ile değil mensup oldukları ırk ile tanımlayanlardır. Haliyle bunlara en hafif tabirle ırkçı dememiz yanlış olmaz. Farklı etnik gruplara kolektif haklar vermek bir milli devletin kabul edemeyeceği bir şeydir. Çünkü bu milli iradeyi parçalayacağı gibi, aynı zamanda, milletin ırk ve/veya mezhep temelli tanımlanmasına yol açar. Bunun doğal sonucu çoğunluk olan Türklerde ırkçı siyasi hareketlerin kuvvetlenmesidir. Bunu hiç birimiz istemeyiz.
Türk milliyetçiliği milletin hâkimiyetinden çok devletin hâkimiyetini önemser. Bu teorideki modern milliyetçilik ile uyumlu değildir. Çünkü milliyetçi düşüncenin ilk çıkışı devlete egemen olan ideolojinin savunusu değil ama milletin haklarının devlete karşı savunusudur. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik milleti asil, devletin yöneticilerini vekil olarak kabul eder. Öte yandan Türkiye’deki milliyetçiliğin genel bakış açısı devlet ve milleti bir bütün olarak düşünmek ve devletin bekasını her şeyin önüne koymak şeklinde oluşmuştur. Bu Osmanlı’dan gelen “devlet-i ebed müddet / sonsuza dek yaşayacak devlet” kavramının devamı niteliğindedir. Yine Osmanlı’dan gelen “devlete taabbüt derecesinde itaat / devlete ibadet eder gibi boyun eğmek” tanımı, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi makbul vatandaşın tanımı olmuştur. Hâlbuki modern milliyetçilik devleti milletin hizmetinde ve millete hesap veren bir mekanizma olarak tanımlar.
Milliyetçilerin hiçbiri dini değerlere saygısızlık edilmesi ve kör bir ateizm taraftarı değildir. Ancak meşruiyetini dinden alan yönetici sınıflara, teokrasiye de karşıdır. Çünkü ülke milli iradeyle yönetilmelidir. Türkiye’de milliyetçilerin bir kısmı Osmanlı nostaljisiyle milliyetçiliklerini İslamcılıkla mezcetmişlerdir. Onlara göre Türkler İslâm’ın kılıcı ve “ilâ-yı kelimetüllahın / Allah ınDinini dünyaya yaymanın” birer neferidir. Ancak ne Osmanlı’ların böyle bir iddiası (konjonktürelolarak verilen bazı fetvalar dışında) vardır ne de Osmanlı Devleti bir teokrasidir. Bunlar Türk – İslam sentezcilerdir. Bazı milliyetçiler de, bu sefer Atatürk nostaljisiyle, Türk milletinin geri kalma sebebinin İslâm olduğunu bundan kurtulmak gerektiğini, bütün vatandaşlara “lâ dini / din dışı” bir hayatın dayatılmasını önermektedirler. Bunlar çok katı laiklik taraftarı olup kendilerini ulusalcı olarak tanımlarlar. Ancak ne Atatürk lâ-dini bir hayat taraftarı idi, ne de dini toptan ortadan kaldırmaya eğilimliydi. Öyle olsaydı Ku’an-ı Kerim’in meal ve tefsirini yaptırıp halka dağıtmaz, Kütüb-i Sitte’yiterc üme ettirmez, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmazdı. Atatürk tarikat yapılanmalarına karşıydı ve bütün eylemleri tarikatlara karşı olmuştur. Bunun dışında CHP gibi merkez sola oy veren ve DP – AP – ANAP ve şimdi de AK Parti çizgisinde oy veren geniş milliyetçi çoğunluk dine karşı değildir ama laiklik taraftarı ve teokrasi karşıtıdır. Bugün neredeyse yok denecek kadar küçük bir azınlık olan Türk ırkçıları da çoğunlukla laik bir bakış açısına sahiptir.
BURJUVAZİ OLMADAN OLUŞAN MİLLİYETÇİLİK: KASABA MİLLİYETÇİLİĞİ
Osmanlı toplumu aristokrasisi olmayan bir toplumdu. Çünkü Osmanlı yönetimi kendilerinden başka yerel soyluları ve Türk Beylerini tasfiye etmiş, devşirme bürokrasiye dayanan askeri bir monarşiydi. Yine sanayileşemediği ve şehirlileşemediği için de bir burjuvazisi yoktu. Batı toplumlarında sağ aristokrasi ve kiliseden yana olan tutucularla burjuvaziye dayanan milliyetçilerden oluşur. Bizde ne aristokrasi vardır ne de burjuvazi! Bu yüzden sağ milliyetçiliğin ister istemez dayandığı kitleler kasabalı kökenli eşraf, toprak ağaları ve köylülerdi. Bu toplum kesimlerine dayanan milliyetçiler çoğunlukla merkez sağ siyasi partilerin seçmeni haline geldiler. Daha küçük bir kısmı zaman içinde kasaba tutuculuğunun ve tarikat yapılarının temsilcisi siyasi İslamcılara yöneldiler.
Sol milliyetçilerin ya da kendilerine verdikleri adla “ulusalcıların” dayandığı ise bir sınıftan ziyade bir zümreydi: bürokrasi… Özellikle tek parti yönetiminde başta Ankara ve İstanbul olmak üzere şehirde yerleşmiş devlet memurları, Osmanlı’dan miras kalan asker ve sivil bürokrasi, akademisyenler devlet mekanizmasının bizatihi uygulayıcısı oldukları ve kendilerine göre belli imtiyazlara sahip oldukları için tek parti devletinin yılmaz savunucusuydular. Bunlar zaman içinde CHP ve diğer sol partilerin seçmen kitlesini oluşturdular. Bunlar gerçek anlamda burjuvazi sayılmazdı, ama yaşam tarzıyla Avrupa burjuvazisine özenen, o günkü tabirle “asrî / çağdaş” yaşam tarzına öykünen ama ne sermaye sahibi olan ne de üretime doğrudan katkı yapan kimselerdi.
Bugün Türkiye siyasetinde sahnelenen Karagöz Hacivat oyunu, burjuvaziye dayanmayan bu iki milliyetçiliğin kapışmasından ibarettir. Bunlara sosyalist siyaseti yedeğine almış Kürt ırkçılarını da ekleyince tiyatronun oyuncu kadrosu tamamlanmaktadır. Herkese iyi seyirler.