Bugün kutladığımız Cumhuriyet bayramımız bağımsızlığımızın tekrar tescilidir.
Bugün kutladığımız Cumhuriyet bayramımız bağımsızlığımızın tekrar tescilidir. Tekrar diyorum çünkü Türkler tarih sahnesinde var olalı beri farklı adlarla farklı zamanlarda varlıklarını sürekli tescil ettirmişlerdir. Türk, kimi zaman bir boyun adı olmuş kimi zaman bir alî devlet ismi olmuştur. Son 97 yıldır da Cumhuriyet olarak varız ve inşallah ebediyen var olacağız. Toprak, bayrak ve uğrunda ölecek insan varsa eğer orası bağımsız bir vatandır diye bildik, öğrendik. Şüphesiz uğruna savaşılacak değerler olmazsa ruhlarımızın da anlamı olmayacak ve biz insanlar kendimizi etten, kemikten ibaret göreceğiz. O yüzden Türklerde vatan, imanın bir tamamlayıcısı olarak görülmüş ve kaybetmemek için çok büyük fedakarlıklar yapılmıştır. Bağımsızlık Türk milletinin en belirgin özelliğidir. Selçuklu ve Osmanlı bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti şimdiye kadar hiçbir devletin sömürgesi olmamış ve böyle birşeyi de asla kabul etmemiştir.
Birlikten bağımsızlığa
Bir devletin kendini yönetecek özgürlüğe kavuşmasıyla birlikte vatan topraklarının düşmana karşı savunulmasının yanında en önemli bağımsızlık alanlarından biri de millî kalabilmektir. Milletini bilmek, kimliğini, karakterini dünya sahnesindeki mücadelesini anlamak ve sahip çıkmak, kendinin de mensubu olduğu değerleri inşaa ederken kullanılan harcın yapısını analiz etmek gibi bir sorumluluğumuz var. Tarihe baktığımızda esnafı, öğretmeni, memuru ile mahallenin her bir heyecanı, üzüntüsü bütün bir cemiyetin ortak kalp atışıydı. Bir mahalleden çıkan bu örnekler manzumesi bütün bir milletin karakteristiğini yansıtıyordu. Bölünmemiş, birlik ve beraberce duyulan her duygunun altında yatan o eşsiz tek vücud olabilmek bizim hayatiyetimizdi. Şahsiyetsizlik, kendini komşularından ayrı, gayrı bir çıkar dairesinde görmek demekti. Yani şimdi modern psikolojinin konuştuğu o şahsiyet kazanma aslında birlik bütünlük içinde gerçekleşebiliyordu. Milletce bağımsız olamamış bir devletin ferdî şahsiyeti nasıl gelişebilirdi ki?
Fikrî Bağımsızlık
Millî olabilmenin en önemli şartı da fikrî olarak başkalarına benzememektir. Başka fikirlerden, anlayışlardan insan elbette beslenebilir ancak bunları olduğu gibi kabul etmek bağımsızlığa aykırı bir anlayıştır. Şahsiyeti oluşturan fikirler düşünülerek, soru sorularak, anlama çilesi çekilerek elde edilir. Emanet fikirlerle ferdî bir kimlik kazanılmaz. Bağımsızlığa önem veren milletler feth ettikleri toprakları sömürgeleştirmezler. Yine kendi dinlerinde, fikrî çalışmalarında hür bırakırlar. Bağımsızlığa önem verenler başka milletlere kültürlerini dayatmazlar. Fikirde hür bir millet kendi teknolojisini üreten, ekonomik olarak tam bağımsız devlet demektir. Fikir sahibi olabilmek için başkasının da eline bakacak durumda olmayacaksınız. Fikri hür bir milletin tek bağımlı olduğu yer, hesap vereceği yer insanlık vicdanı olmalıdır.
İslam dünyası bağımsız değil
Kendini inkara gitmek ve farkında olmadan bir takım janjanlı cereyanlara kapılmak düşünmeyi engelleyen ve baştan reddi mirasa yol açar. Bizler bu ülkenin evlatları olarak kandan, candan beslenen fertler olmadık. Adaletin insana bahşedilmiş bir güzellik olduğu bilinciyle bir medeniyet inşaa ettik. Fikrimizi başka fikirlere yol açan bir ırmak; geçtiği yerleri yeşerten aziz su saydık. Bencil olmadık. Dünya hepimize yeter dedik. Doğaya, insana; çocuğa, anaya, kadına, hastaya, inanlara, inanmayanlara saygı gösterdik. Bugün İslam dünyasında yaşadığımız en büyük afet; fikirsizliktir. Ezbere taparcasına bağlanıp, ruhbanlık sosuna batırıyor ve birbirimize tehdit olarak kullanıyoruz. Bu bulaşıcı hastalığı engelleyecek tek aşı vardır o da bizim kim olduğumuza tekrar kafa yoracak cesareti, bütün kurumlarımızla birlikte göstermektir. Üzerimize atılmış ölü toprağından kurtulmanın ilk çaresi bu toprağı bir hamlede savurup atmak olsa da ileriki aşamalarda düşünce dünyamızdaki düğümleri çözüp atmadan tam bir bağımsızlığa kavuşmamız mümkün değildir vesselam.
ÇOCUK SEVGİSİ
Dün idrak ettiğimiz Mevlid gecesi münasebetiyle tüm İslam aleminin gaflet uykusundan uyanmasını niyaz ediyorum. Bu vesile ile hepimize hayırlar getirmesini diliyorum. Bu yılın Mevlidi Nebevi haftasının konusu ‘Peygamberimiz ve Çocuk’ olarak seçilmiş. Çok da isabetli bir konu ancak sayfamın Kalbi İletişim köşesindeki durumdan da anlayacağınız gibi dünyaca vahim bir durumdayız. Şiddet ve çocuk, şiddet ve kadın birbiriyle özdeşlemiş durumda. Medyada şiddetin ucu bucağı olmadığını görüyoruz. Çocukların kapitalizmin araçları içinde kullanılması, çocukların eğitimde perişan edilmesi, çocukların anlaşılmaması, yaftalanması; kız ve erkek çocuk ayrımı.. Şiddetin onlarca çeşidini konuşabiliriz. Ama sünnet dediğimiz konuya geldiğimizde herkes mangalda kül bırakmaz ama Peygamberimizin çocuklara olan muhabbetini sadece hikaye diye dinleriz. Sevgi başlı başına bir konu aslında. Arabesk bir toplumuz; sevgiden öldürenler mi ararsın, sevgiden delirenler mi, sevgiden şiir düzenler mi, sevgiden kendini jiletleyenler mi? Duygularını tanıyan, kendini kontrol edemeyen insanlar toplumun sıkıntısıdır. Herşey çocuktan ve çocukluktan başlıyor. Bu yüzden çocuk nasıl yetiştirilir; annemin yöntemiyle mi yoksa internet bilgileriyle mi? Sanırım ilk önce sevgi kavramını ve sevginin aslında ne olduğunu anlamalıyız. Toplumun bu anlamda bir sorunu olduğunu düşünüyorum. Çocuk sevilmez mi? Her çocuk sevgiye muhtaçtır ve sevgiyi hak eder.
YİNE YENİDEN
Hangi güne tövbe ettiysem yine güneşi bir umutla doğdurdum yeni güne. Ne zaman bitti dediysem kalbimin bir köşesiyle, başka bir gülüşte yeniden çarptı kalbim aşka. Artık hazan vakti buraya kadarmış dediğim anda, dalların arasında bir ışık beliriverdi yüzüme yüzüme. Her yeni şey bir kabus dediysem, yeniden yenilikler peşinde koştum, ruhum önde bedenim geride. Hani bitmek üzereyken, tükenmişken, hayata veda ederken insan son anda dahi ufukta beliren o beyaz kanatlı meleğe tutunur ya inançla, işte o benim. Ne zaman ekildiğini bilemediğim içimdeki hayat tohumları, hep son dediğim anda yeniden filizleniverir, büyük bir iştiyakla. Hangi lutüflu pencereden girdiysem hayata; başarı ve zorluk beni hiç bırakmadı. Sönmeyen bir ateş var içimde, zaman zaman nefsimin idareyi ele almaya çalıştığı zamanlarda sönmeye yüz tutan. O zaman bile gülümseten bir duyguyla çepeçevre yükselirim hemen. Gökten gelen seslere içimi açtığımda gözümden iki yaş dökülür seccadeye şükür diye. Tebessüm ederim o zaman, Allah benimle; başla yine yeniden.
DOÇ.DR. MELİHA YILDIRAN SARIKAYA
MERHABÂ EY CÂN-I BÂKÎ...
Kadîm kültürümüzde zevk-i selîm edebiyat ile, edebiyâtımız ise Hz. Peygamber ile kaimdir. İslâmî edebiyat bünyesinde yer bulan edebî metinler ya doğrudan veyâ bilvesîle Hz. Peygamber’le alâkalıdır. O’nun sîreti, fizikî özellikleri, gündelik hayâtı, sözleri, mûcizeleri, hâssaten mîrâcı, hicreti, gazâları... ilâ âhirihî, hayatının her safhası dinî edebiyâtımıza konu olmuş, bu geniş edebî mîrâsın bugün henüz tasnifi dahi tamamlanamamıştır. Bu metinler arasında O’nun dünyâyı teşrîfleri bahsi, “mevlid” genel başlığı altında işlenmiştir.
İslâmî Arap edebiyâtında ilk örnekleri verilen mevlidler, asıl yerini Türk edebiyâtında bulmuştur denilebilir. Bizdeki ilk örneklerden biri on beşinci asrın başında devrin pâyitahtı olan Bursa’da Süleyman Çelebi tarafından nazma çekilmiştir. Vesîletü’n-necât özel adını taşıyan bu eser baştan sona Allah aşkı ve Peygamber sevgisini terennüm eden bir metindir. Müteâkip devirlerde yazılan ve kalıcı olan diğer mevlid metinleri de ekseriyeti itibârıyla Süleyman Çelebi’nin mevlidinden izler taşır.
Vesîletü’n-necât’ta Hz. Peygamber’in dünyâya gelmesini hikâye eden velâdet bahri, diğer fasıllara nisbetle ayrı bir coşku taşımaktadır. Bu bölüm müteâkip mevlid metinlerine de model olmuştur. Mevlidin dikkat celbeden sahnelerinden biri, Hz. Peygamber’in kutlu doğumunun insanlar ve melekler tarafından merhabâlar ile karşılanmasıdır. Üzerinden altı yüz küsur sene geçmesine rağmen dil ve üslûp bakımından tâzeliğini muhâfaza eden merhabâ beyitleri şöyle başlamaktadır;
Doğdu ol sâatte ol sultân-ı dîn
Nûra gark oldu semâvât ü zemîn
...
Cümle zerrât-ı cihân edip nidâ
Çağrışuben dediler kim merhabâ
Bu merhabâ faslı on beyit kadar devâm eder ve “Ey iki cihânın pâdişâhı, cümle varlık senin yüzün suyu hürmetine var kılındı” anlamındaki beyit ile nihâyet bulur;
Merhabâ ey pâdişâh-ı dü-cihân
Senin içün oldu kenv ile mekân
Süleyman Çelebi’nin mevlidinden yaklaşık seksen sene sonra İpsalalı Ebu’l-hayr tarafından kaleme alınan mevlidde de Hz. Peygamber’in teşrîf ânı merhabâ ile karşılanmaktadır:
Merhabâ ey şâh-ı cânân merhabâ
Merhabâ ey derde dermân merhabâ
Görüldüğü üzere bu merhabâ da dil bakımından gayet açık ve anlaşılır şekildedir. Ebu’l-hayr bu beytinde Peygamber Efendimiz’i hem cânân hem dermân olarak selâmlamaktadır.
Ebu’l-hayr’ın mevlidine çok yakın bir zamanda kaleme alınan (1494-95) bir başka mevlid Hamdullah Hamdî’ye âittir. Ahmediyye adıyla bilinen bu eserde Hamdullah Hamdî merhabâ yerine her bölüm sonunda ki mevlidlerin müşterek unsurlarındandır, doğrudan salât u selâm telkîninde bulunur. Buna göre ebedî hayata tâlip olan Habîb-i Ekrem’i salavât ile anacaktır;
Her ki ister cânına âb-ı hayât
Ol Habîb’i anup eyde es-salât
Türk edebiyâtındaki mevlidler arasında Süleyman Çelebi’nin eserine en ziyâde benzeyen metin Şemseddîn Sivâsî’ye âittir ve 1580 târihlidir. Vesîletü’n-necât kadar yaygınlık kazanmamakla birlikte Orta Anadolu dolaylarındaki mevlid merâsimlerinde bu metin de okunmaktadır. Bu mevliddeki merhabâ faslı, Hz. Âmine’nin lisânından şöyle nakledilmektedir;
Âmine hâtun der ol hayrü’n-nisâ
Ol gece kim doğdu ol hayrü’l-verâ
Der idi taş hem ağaçlar merhabâ
Merhabâ ey fahr-i âlem merhabâ
...
Aynı yüzyılda bir başka mevlid şâîri Visâlî Ali Çelebi’dir. Hayâtı hakkında fazla mâlumât olmayan Ali Çelebi de selefleri gibi Hz. Peygamber’e merhabâlar ile mukabele etmektedir. Velâdet bahrinde yedi beyti merhabâya tahsîs eden şâîr, bütün mahlûkatın kendi lisânıyla O’na merhabâ dediğini, cümle âlemin merhabâ nağmeleriyle dolduğunu dile getirmektedir. Bölümün son beytinde Ali Çelebi Hz. Peygamber’i, nübüvvet mührü ve saâdet güneşi istiâreleriyle selâmlamaktadır;
Cümle şey’ün zikri hamd-i dil-güşâ
Doldu âlem zemzemeyle merhabâ
...
Merhabâ hatm-i nübüvvet merhabâ
Merhabâ şems-i saâdet merhabâ
Mevlid, edebiyâtımızın en bereketli ürünlerindendir. İki yüzün üzerinde örneği olan ve el’ân yeni örnekleri tespit edilen mevlidlerden biri de on sekizinci asrın velûd sûfî şâîrlerinden biri olan Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî’ye âittir. Salâhî Mevlidi olarak tanınan bu eserde velâdet-i Nebî yine Hz. Âmine’nin gözünden aktarılır. Buna göre yüz binlerce melâike ellerinde mumlar ile Hz. Peygamber’i istikbâl etmişler, yâni ona bir hoş geldin merâsimi icrâ etmişerdir;
Sad hezârân hûriyân der-dest şumû
Eylediler bâm-ı dîvârdan tulû
Sözleri hep es-salât u merhabâ
Âmedî hoş yâ Muhammed Mustafâ
Ecdâdımızın bu kabil güzellemeleri sadece mevlidlerde değil diğer edebî metinlerde de karşımıza çıkar ve saymakla sıralamakla bitiremeyiz. Mevlid merâsimlerinin hoş âdetlerinden biri de Hz. Peygamber’in dünyâyı teşrîfini vasfeden beyitler okunurken dinleyenlerin hürmeten ayağa kalkmaları ve bu fasla niyâz hâlinde salât u selâmlarla iştirâk etmeleridir. Böylece hem merhabâlar tâzelenir hem gönüller ihyâ olur. Zâten selâm da hayatta olana verilir, ve’s-selâm.
STRES HORMONUNUN ÖNÜNÜ KESMEK
Toplumun geleceği bilinçli ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar ve onlardan zuhur edecek gelecekteki nesilleridir. ABD Harward Üniversitesinde yapılan bir araştırmada çocukların yaşadıkları stres çeşitleri kategorize edilmiştir; pozitif stres, tolere edilebilir stres ve toksik stres. Bunlardan ikisi yönetilebilir stres kategorisine giriyor. Ama üçüncüsü toksik stres ise hayatı tamamen olumsuz etkileyen bir tür.
Öğrenme, çocuklarda 0-5 yaş arasındaki gelişim sürecinde beynin en iyi çalıştığı devredir. Beyin ihtiyaç duyulan beceriler için oda oluşturur. Örneğin görme, gözler için bir görme odası açılırsa renk şekil bütün bu beceriler gelişecek. Bu odacıklara gelen uyaranlarda bağlar oluşturacak. Bu bağlar ömrümüz boyunca bizi becerikli, sağlıklı yapacak odalar ve bağlardır.
Şiddet ise bu bağların oluşmasını durduruyor hatta bedende sürekli stres hormonu salgılayan çocuklarda genlerde bozulmalar başlıyor. Gelişim sürecinde bunlar ciğer ve kalp, beyin gelişimini örseliyor. Buna Toksik stress deniyor. Bu çocukların erişkin olarak ömürlerinin 20 yıl kısaldığı görülüyor. Böylelikle hastalıklar, ruhsal bozukluklar gelişiyor. İste tam da burada bunu bozan tek şey, yani stresin karşısında duran bir şey var; hayatınızda tampon görevi gören bir kimlik varsa; bir bilge, bir hoca, bir kalp, adına ne derseniz diyelim, oluşan zarar kendini tedavi ediyor. Hatta yirmi yaşına kadar oda açma şansımız var, bağlar kurulabiliyor ama daha yavaş bir süreç oluyor bu sefer. Şiddete son vermeyen toplumlar aslında kendi sonlarını hazırlıyorlar. Bakınız bugün TV haberlerinin en baş haberleri şiddet. Hangi türü olursa olsun bir süre sonra kanıksanmaya başlanılan şiddet insanı hem bedensel hem de ruhsal olarak altüst edip toplumu bozuyor. O yüzden başta medya olmak üzere bütün şiddet türlerinin önüne geçip kalpten iletişimi kuracak insanları uyandırmak lazım.
ARTI – EKSİ
Artı
Kadıköylü hanım
Geçenlerde Kadıköy’deyim. Hava yağmurlu, ellerimde bir yığın poşet hepsini bir araya toparlamaya uğraşıyorum. İçinden biri düştü düşecek. Tam o anda hiç beklemediğim şekilde yaşı altmışlarına yakın bir hanım karşıdan hızlıca geldi, eğilip poşetleri toparlamama yardımcı oldu ve gitti. Gözlerine bakıp teşekkür etmeme bile fırsat vermeden hızla uzaklaştı. Aslında ‘teşekküre bile gerek yok elbette birbirimize yardımcı olacağız’ tavrındaki kafa eğişi ile ben kendimi sorguladım. Kısa beyaz saçları ile feminist aktivistlerine benziyor diye içimden geçirdim sonra da insanları ne çok yaftaladığımızı düşündüm. Bu yaftalar öyle büyük duvarlar koyuyor ki aramıza, yazık ediyoruz kendimize. Oysa yardım etmek bir insanın elinden tutmak, yaşlı birinin ihtiyacını görmek insani bir davranış. İnsanlığı bana hatırlatan o hanıma teşekkür ediyorum.
Eksi
Kaynak kitap
Online eğitimin iletişimsizliği; soğukluğu, kopukluğu, konsantrasyon zorluğu eklenince herşey annelere yüklendi. Çocuklar internet kopukluğu yaşıyorsa bunu gidermek gelen WhatsApp mesajlarını kaçırmamak, ödevleri takip etmek, okuldan, sınıf temsilcisinden oluşan ayrı ayrı gruplara cevap vermek annelerin görevi. Yakında annler başlarında huni ile gezecekler. Bunların da yanında evlere şenlik görsel sanat öğretmeni özel içinde hazır çizgileri olan resim defteri ister. Diğer öğretmenler yardımcı kitaplar isterler. İnternet çağında soru hazırlamak zor tabii! Bu zamanda hayat pahalılığında biraz olsun tasarruf etmek gerekirken ve biz bu sayfalarda israf etmeyelim derken boşuna yazıp çiziyoruz. Soru hazırlayın efendim. Siz de çalışın lütfen.
BOYKOT VE FİKİR DÜNYAMIZ
Gündemimizi kaplayan konulardan biri de Fransız Cumhurbaşbakanı Macron’un İslamiyete açtığı savaşın ayyuka çıkması ve Müslümanlar arasında rahatsızlık uyandırmasıdır. Fransızlar başta aydınlanma denilen ve aslında teolojik totaliterliğe açmış oldukları bu başkaldırıyı biz Müslümanların düşünce tarihinin bu duraklarından birini kendimize örnek almamız ne kadar abesse Batının Ortaçağlar boyunca içinde yaşadığı buhranın sancılarını yeni fikirler doğurtarak çıkmasını da anlayamamamız o derece tuhaftır. O yüzden her medeniyetin kendi fikirlerini doğurma sebebi kendi içindeki hezeyanlara aradığı cevapla ilgilidir. Buna onların kültüründen, düşünce sistemlerinden bakıp anlamamız gerekiyor. İnsan Haklarının ilan edildiği Millet Meclisinde 28 Temmuz 1985 yılında Jules Ferry kolonializmi öven bir konuşma yapar; Batının üstün ırk olması nedeniyle Afrika’ya medeniyet getirmesinin doğal olduğunu söyler. Ancak sol görüşlü sıralarda yükselen seslere karşı Ferry şunu der; “İnsan Hakları Beyannamesi Ekvator Afrikası’nın siyahları için yazıldı ise, hangi hakla onları mübadeleye, ticarete zorlayacaksınız? Sizi çağırmıyorlar ki.”
Burada bütün çıplaklığı ile Ferry, Batı’nın üstünlüğünü haykıran bu konuşması ile tarihe geçiyor ve biz bu mubarek haftada hala aydınlanmanın, insan hakları beyannamesi veya batının medeniyetine öykünebiliyoruz. Bu arada ben boykot kelimesini de dışlıyorum ve ister Fransız ürünü alın ister almayarak tepkinizi gösterin bu herkesin kendi bileceği iştir ancak biz tepkimizi bile bir yabancı kelime ile dile getirmek zorunda kalıyorsak buna fikir dünyamızda nasıl bir karşılık bulunabilir bunu da düşünmemiz gerekiyor. Hemen buraya iliştireyim boycott ingilizcedir. J. Cunningham Boycott "İrlanda Toprak Birliğinin direniş eylemine hedef olan İrlandalı toprak sahibi (1832-1897)" özel adından türetilmiştir.Türkçede ilk kez Ekim 1908"de Avusturya-Macaristan ürünlerine karşı ilan edilen boykotaj münasebetiyle yaygınlık kazanmış.