İnsan, sonsuzluk hayali olan bir canlıdır. Sürekli olarak bir şeyleri elde etmek, sahip olmak, onları çoğaltmak, elindekileri sürekli kılmak derdindedir.
Kendi sonumuza doğru hızla yaklaşıyoruz. Geride kalan yaşantılarımız çoğaldıkça gelecektekiler azalıyor. Harcadıklarımız büyüdükçe harcayacaklarımız küçülüyor. Ne yazık ki giderek hızlanan hayat, aslında hızla yaklaştığımız sonu görmemizi engelliyor ve bir anlamda gideceğimiz yerden uzaklaştırıyor bizi.
İnsan, sonsuzluk hayali olan bir canlıdır. Sürekli olarak bir şeyleri elde etmek, sahip olmak, onları çoğaltmak, elindekileri sürekli kılmak derdindedir. Bu durum, basit günlük maddi kazanımlardan hayatın kendisine kadar uzanır. Sahibi olduğumuz giysiler, ev, araba, iş, yakın ve uzak akrabalar, dost ve arkadaşlar, alıştığımız çevre ve nihayet bize sunulan hayat hep bizim olsun ve hep devam etsin isteriz. Bütün uğraşımız kazanımlarımıza süreklilik sağlamak. Bunun en ileri örneği, kendi yaşamımız için sonsuzluk arayışımızdır.
Sorun şu ki sınırlı olan dünyada sınırsızı ve sonsuzluğu yakalamak mümkün değildir. İnsanlık tarihi, dünyada sonsuzluk hayali kuranların hüsrana uğradıklarını belgeler niteliktedir. Diğer bir ifadeyle asıl öldürücü olan ölümsüzlük isteği ve arayışıdır.
SAHİP OLMA ARZUSU
Yeryüzünde egemen olmak ve bunu sonsuza kadar sürdürmek isteyen dönemin krallarına, bunun mümkün olamayacağını söyleme cesareti gösteren sonra da ölüm emri verilen Antik Yunan filozofları az değildir. Öte yandan ölümden sonra da bedenleri korunsun diye mumyalanan ve kocaman piramitlere yahut tapınaklara saklanan kral ve kraliçeler de az değildir. Ne çare ki doğum kadar gerçek olan ölüm, her canlının tadacağı bir duygudur ve ondan kaçış yoktur.
15. yüzyıldan bu yana giderek şahlanan kapitalizm, günümüz insanını aslında hızla yaklaştığı kendi sonu bilincinden uzaklaştırmak için türlü manevralar içindedir. Zira neredeyse kutsal hale getirilen tüketim çılgınlığı, insanı yeni ve alışık olmadığı bir kimlik inşasına zorlamıştır. Dolayısıyla hayatın amacı da anlamı da değişmeye başlamıştır. Doğum ile ölüm arasına sıkışan hayat, sadece bedene ve maddi varlığa hizmet eden bir araç halini alarak fabrika ayarlarımızdaki manayı ve mananın temsil ettiği değerleri zayıflatmıştır. Oysaki bizi insan kılan esas, mana derinliğimizdir.
Psikolojideki son araştırmalar ve yayınlar, hızla maddileşen yaşamın ve paralelinde ruh değerlerinin ihmal edilmesinin ciddi ruhsal sorunlar olarak insanı ve toplumu tehdit düzeyine ulaştığını ortaya koymaktadır. Dijital çağın sanal âlemi, bizi insan olma bilgisine uzak düşürüyor. Kendisinden uzaklaşan ve yabancılaşan insan, sahip olma arzusunun ve sonsuzluk arayışının esiri oluyor. Maddi değer buğday ile mana değeri himmet arasındaki tercihte sınıfta kalanlarımızın çığ gibi artması bundan olsa gerek.
O halde sınırlı olan hayat ve dünyada sınırsız sahip olma duygusunu frenleyecek mekanizma olarak evrensel insani değerlere ve özellikle inanç değerlerine yeniden sarılmak zorundayız. Zaten yaşamın başladığı ilk günden bu yana dinin, insan hayatındaki başlıca varlık nedeni, elimizdeki bütün varlıkların geçici olduğunu hatırlatmaktan, hayat ile ölümün dengesini kurmaktan ibarettir. Evet, elimizdeki her şey gibi kendi varlığımız da geçicidir ve esasen dünyanın bir gurbet hayatı olduğunu bugün daha fazla hatırlamaya ihtiyacımız var.
İNSAN OLMA BİLGİSİ
Ancak insanı bir bütün olarak ele geçirme gayreti, günümüzde insanın en hassas alanı olan inanç dünyasına da yönelmiştir. Öyle ki aynı dine ve inanca sahip kişi ve toplumlar, birbirlerinin aleyhine çalışmakla kalmayıp yaman bir savaşın içine girebilmektedir.
İnsanı ve insanlığı sürdürebilmek için temel inanç ve moral değerlerinin korunması kaçınılmazdır. Yeni psikoloji kitaplarının, esasen uzun yıllardır mesafeli kalınan pozitif psikolojiye, moral değerlere, ahlak ve inanç değerlerine giderek daha fazla yer vermesinin nedeni de budur.
Zira Peygamberimizin ifadesiyle insan, ilerlemiş yaşına rağmen dünyayı sevmeye devam eder ve yaşlanmayı sevmez, istemez. Bu zaafların üstesinden gelmenin yolu, insan olma bilgisiyle yani kendimizle yeniden buluşmak, barışmak ve hakikatte derinleşmektir yeniden.
Paulhan’ın deyimiyle söylem ile eylem arasındaki uzaklaşma, ahlaksız ahlakı körükler. Ahlakı yeniden hayatın merkezine alacak bir yönelim, hayatımızdaki maddi değerlere, onlara olan sınırlı ihtiyacımız kadar yer ve önem vermeyi sağlar. Bizi insan kılan mana değerleriyle coşmak ise sınırlı olan dünyada bizi sonsuza dek yaşatacak üretimler yapmamızı, iyilikler üretmemizi sağlar.
Bunun yolu sevgi ve bilgiden geçer. Zira sahip oldukça ve paylaştıkça çoğalan iki değer, bilgi ve sevgidir. Sevdikçe seveceklerimiz çoğalır, öğrendikçe bilmemiz gerekenler çoğalır.