Ankara'dan İstanbul'a dönüyorum. Geçmiş zaman. Esenboğa Havalimanı'nın eski gidiş salonunun ortasında bir gazete bayii vardı. Gazetenin yanında dergi ve kitap da satardı. Vakit geçirmek için raftaki dergileri karıştırıyorum.
Ankara’dan İstanbul’a dönüyorum. Geçmiş zaman. Esenboğa Havalimanı’nın eski gidiş salonunun ortasında bir gazete bayii vardı. Gazetenin yanında dergi ve kitap da satardı. Vakit geçirmek için raftaki dergileri karıştırıyorum. İki kişi geldi arkamdan. Görevliye seslendi. “Sızıntı” var mı? “Var” dedi satıcı. İki kişi devam etti: “Bize 20 tane versene.” Şaşkınlık içinde baka kaldım. Bu tirajların nasıl olduğu bir anlamda açığa çıkmıştı. FETÖ’cüler tribünlere oynamayı çok seviyorlardı. Kendilerini olduğundan güçlü göstermeyi. Ama başka bir tarafta yani devlette de sanki güçsüzlermiş, çok azlarmış gibi davranmayı. Saman altından su yürütmeyi. Zaman Gazetesi bir ara 1 milyon satıyordu. Bu sırada bayii satışı sadece 23 bin di. Yüzde 2.3’ü anca para verilerek satın alınıyordu. O dönem gazetenin 1 milyon sattığına inanan var mıydı bilmiyorum. Ama bildiğim sanki satıyormuş gibi bir genel kabul gördüğüydü.
Bu satışları abone sayısı ile açıklıyorlardı. 1 milyon abone. Yani Türkiye’de 12 milyon aile varken 1 milyon satıştan bahsediyorum. Bu size gerçekçi geliyor mu Allah aşkına? Belli ki benim birazına şahit olduğum 20 tane Sızıntı Dergisi alma işi burada da devreye girmişti. FETÖ’cülerin bu “Dayanışması” sadece gazete dergi ile de sınırlı değildi. FETÖ’ye bağlı bir yapımcının filmi de kapalı gişe oynuyordu. Kapalı gişe yer sinemada yer bulunmadığı manasına kullanılan bir deyim. Ama ben sözlük anlamıyla kullanıyorum. Gerçekten gişesi kapalıydı. Çünkü bu filmlerin oynadığı salonlar kimileri tarafından toplu bilet alınarak kapatılıyordu. Kimse seyretmese de tüm salon dolu görünüyordu. FETÖ destekli film yapmak, karlı bir işti anlayacağınız. Amaç tabii ki propagandaydı.
Ya borsa? Borsa’da da aynı şeyler yaşanıyordu. FETÖ’cü bir şirket borsaya kote olduğunda sürekli yükseliyordu. Birileri sürekli bu şirketin hisselerini alıyordu. Aynı gazete ve dergilerde olduğu gibi. Böyle böyle, tüylerini kabarttılar. Ama kabarmış tüylerle kocaman görüntülerinin altında sıska bir vücut vardı. Halkta karşılıkları yoktu. Devlete sızmış olmaları operasyonel yeteneklerini arttırmıştı. Bu kesin ama, sokağa çıkacak kimse bulamıyorlardı. Bank Asya, Zaman Gazetesi gibi Batılıların “Landmark” dediği simge kuruluşlara kayyum atanması sırasında bile 200-300 kişiyi aşamadılar. Çünkü kitlelerinin öyle iddia ettikleri gibi hiç de acı ile yoğrulmuşlukları yoktu.
Her devirde duruma uyum sağladılar. Darbe oldu, zarar görmediler, 28 Şubat oldu uzlaştılar, siyasi iktidarların içine sızdılar. Yani hep galipten taraf olmayı becerdiler. O yüzden direniş kültürleri oluşmadı. Ama Türkiye’deki solcu gelenek, Alevi gelenek, İslamcı gelenek, Kürtçü gelenek hep galipler ile tartışarak, yer yer çatışarak pekişti. Hep galipten yana olmayı başarmış “Uyaroğlu” bir kitle sokağa çıkamadı. Sinsiliği bir yaşam biçimi haline getirmiş olan bu gelenek, hayatında ilk kez sistem ile çatışınca bir de arkasına baktı ki kendini savunacak kimse yok. O yüzden FETÖ operasyonlarına karşı çıkan bir tane bile gösteri, basın açıklaması, hatta aykırı bir ses göremiyorsunuz. PKK çatışmalarının en yoğun olduğu dönemde Kürtler seversiniz sevmezsiniz gösteriler yaparlar. Faili meçhullerin pik yaptığı tarihlerde Cumartesi Anneleri hep aynı yerdedir. Aleviler keza. Garibim solcular dayak yiye yiye bir hal oldular. Ama yine yılmadılar. İslamcılar yıllarca üniversite önlerinde, meydanlarda başörtüsü mücadelesi verdiler. Gösteriler yaptılar, polis jopu ile imtihan oldular. 28 Şubat’ın silindirlerinin arasından geçtiler. Ergenekon sürecinde komutan eşleri hapishane önlerinde neler yaşadı? Yani her kitle kendi meşrebince derdini anlattı. Şimdi nerede bu 1 milyon Zaman Gazetesi alan kitle? (Tabii ki hepsi FETÖ’cü değil) İlk işleri yurtdışına kaçmak. Çünkü sinsiler. Çünkü kaypaklar. Çünkü yiğit değiller. “At sahibine göre kişner” diye bir deyim vardır. Bu terör örgütü bu şekilde olduğuna göre, elebaşının karakterinin bunlar olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz.
Savaş pilotu’nun maliyeti
Aslında kabul edelim. Hava Kuvvetlerimiz ile gurur duyuyorduk. Hala da duymamız lazım. Ancak yaşananlar yüzünden artık biraz şüphe duymamızda garip karşılanmamalı değil mi? Yüzlerce F-16 pilotu darbeye kalkıştıkları için görevden alındı veya tutuklandı. Onlarla birlikte onlarca yılın emeği de berhava oldu. Bir savaş pilotunu yetiştirmek son derece meşakkatli ve maliyetli bir iş. Türk Hava Kuvvetleri'ndeki pilot adayı subaylar, 4 yıllık lisans seviyesi eğitimlerini Hava Harp Okulu'nda alırlar. Hava Harp Okulu'ndan mezun olan pilot adayı teğmenler 2 ile 25 yıl süren, uzun ve zorluklarla dolu bir eğitim süreci sonunda savaş pilotu olabiliyorlar.
Bunun maliyeti ise yaklaşık 1 milyon dolar. Bunun üzerine bir de harbe hazırlık sürecinin eklenmesi gerekiyor. Öyle ya, bir kez pilot olunca yan gel yat durumu yaşanmıyor. İşte bu bölüm de yıllık yine 1 milyon dolar civarı. Yani 15 yıllık bir pilotun maliyeti yaklaşık 15 milyon dolar. Bunu yüzlerce ile çarpın. FETÖ’cülerin bize yarattığı maliyetin bir bölümüne ulaşırsınız. Dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız para ile alınan dünyanın en modern savaş gereçlerini emanet ettiğimiz bu hainlerin gerçekten yatacak yeri yok.
Özgür Gündem’de nasıl çalışamadım?
Bana göre geçmiş zamanları yazmanın en önemli sorunu, kendini nereye koyacağındır. 25-30 yıl evvel ki sen, şimdiki sana hatalı ve garip gelebilirsin. Ama anılarını yazan da sen isen, insan ister istemez kendi durumunu idealize etmeye çalışıyor. Psikolojik birşey. Neyse ki bu anlatacağım benimle ilgili değil. Yani merkezinde ben yokum. Ama önemli. Bir yere kayıt düşülmeli. Belki ileride bir araya getiririm bu yazdıklarımı.
Neyse yıllar 1990’ların başı. Başı dediysem en başı da değil, ortalara doğru neredeyse. Güneş Gazetesi’ni sendika olarak el koyup, nasıl batırdığımızı anlatmıştım daha önce. 11 ay maaş alamayınca evlenmek üzere olan ben ayrılmıştım. Zaten 6-7 ay sonra da kendiliğinden battı. Güneş Gazetesi battıktan sonra ben 2 tane çevre dergisi çıkarmaya başladım. O yıllar çevrecilik yeni yeni moda oluyordu. Evlendim çocuğum oldu. Bir düzen tutturmaya çalışıyorum. Bir akşam yemeği sırasında evdeki telefon çaldı. (İnanmayacaksınız ama o yıllarda cep telefonu yoktu)
Güneş Gazetesi’nden bir arkadaşımdı arayan. Solcuydu. İnançlı bir solcu. Hala tanınmış bir gazeteci. Hala da solcu. Arama gerekçesi bir iş teklif etmekti. Yeni bir gazete çıkacaktı. Gazete onun deyişiyle sol-demokrat bir gazete olacaktı. Onlarla çalışmamı istiyordu. Gazetenin nasıl iyi bir gazete olacağını anlattı uzun uzun. Ama benim durumum buna uygun değildi. Başka bir iş ile uğraşıyordum. Teklifi reddetmek zorunda kaldım. Ve açıkçası parasız gazete çıkartmaktan da yılmıştım. Şimdi çocuğum ve yeni sorumluluklarım vardı.
Gazeteyi çıkartan ana ekip, Güneş Gazetesi’nden ayrılan arkadaşlarımdı. Onlar, gerçekten sol-demokrat bir gazete çıkartmak için yola düşmüşlerdi. Sonra gazete ile yolları ayrıldı. Gazete başka bir tarafa savruldu. Sonunda da bombalandı. Şimdi Özgür Gündem, gündemde. Benim de aklıma bu geldi. Ne yapalım? Herkes kendi payına düşen tarafından bakıyor hayata.