Kasabanın Şerifi Trump, ABD'nin küresel ticaret ağı ve finans sistemiyle oluşturduğu egemenlik sistemini yıkmakla tehdit ediyor dünyayı. Dünya, ya bu blöfü görecek ve küresel ticaret ağı ve finans sistemini ABD lehine revize edecek ya da restleşerek ABD'ye tavır koyacaktır. Her iki durumda da serbest ticaret akamete uğrar.
İktisat teorisinde egemen anlayışa göre “serbest ticaret herkesin kazandığı” bir oyundur. Yani Sn. Cumhurbaşkanı’nın ifadesi ile “kazan-kazan” stratejisi… Ancak bu görüş, bütün iktisatçıların görüşü değildir. Özellikle kalkınmak zorundaki gelişmekte olan ülkeler için serbest ticaret kalkınma sürecini baltalayan bir özellik içerir. İsterseniz bu konuyu açalım.
Ülkeler neden dış ticaret yaparlar? En genel tabirle serbest dış ticaret ülkelerin kendi kaynakları ile üretebileceklerinden daha fazla refah sağladığı için ülkeler tarafından tercih edilir. Örneğin her ülke belli malları diğerlerine nispetle daha ucuza üretir. Eğer bir ülke serbest ticarete girerse, piyasa sistemi, o ülkeyi en ucuza ürettiği mal ve hizmetlerde daha fazla üretim yapmaya teşvik edeceklerdir. Buna karşılaştırmalı üstünlük adı verilir ve “her ülkenin en ucuza ürettiği mal ve hizmetlerde karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu” kabul edilir. Dolayısıyla, serbest ticaretle birlikte her ülke “karşılaştırmalı üstün” olduğu mal ve hizmetleri talep edilenden fazla üretip dışarıya satacak (ihracat) ve diğer ürünleri de –daha ucuz olduğu için- dışarıdan alacaktır (ithalat). Bu sayede bütün ülkelerdeki tüketiciler dünyadaki her malın en ucuzunu tüketecek ve böylece dünya refahı artacaktır. “Kazan – kazan” ile kastedilen budur.
Pekiyi karşılaştırmalı üstünlüğü ne belirler? Dış ticaret teorisinin tamamını bir bütün olarak ele alırsak üç ana etken karşılaştırmalı üstünlüğü belirlemektedir: Ekonomi genelinde ve sektör özelindeki faktör donanımları, teknoloji düzeyi ve tüketici tercihleri.
Dış ticaret teorisinde egemen anlayış Faktör Donanımı Teorisi çerçevesinde şekillenmiştir. Bu teoriye göre karşılaştırmalı üstünlüğün ana sebebi bir ülkedeki üretim faktörlerinin toplamdaki değerleri ve sektörler arasında dağılımıdır. Ülkeler arasında teknoloji farkları olmadığı ve tüketici tercihlerinin de farklılık arz etmediği varsayılır. Teoriyi oluşturan iktisatçılar Eli Heckscher, Bertil Ohlin, Paul Samuetson, Wolfgang Stolper ve Vasili Leontieff’tir.
Faktör Donanımı Teorisi’ne göre ülkeler sermaye-emek oranlarına göre sınıflandırılır. Eğer bir ülke diğer bir ülkeye göre daha fazla kişi başı sermayeye sahipse sermaye bol, daha az kişi başı sermayeye sahipse emek bol olarak tanımlanır. Yine sektörler de kullandıkları sermaye – emek oranına göre sınıflandırılır. Eğer bir sektör diğer bir sektöre göre daha fazla kişi başı sermayeye sahipse sermaye yoğun, daha az kişi başı sermayeye sahipse emek yoğun olarak tanımlanır. İşte bu tanımlamaya dayanarak emek bol ülkeler emek yoğun mallarda, sermaye bol ülkeler de sermaye yoğun mallarda karşılaştırmalı üstünlük sahibidir. Bu teoriye göre, uluslararası iş bölümü piyasa mekanizması kanalıyla emek bol ülkeleri daha fazla emek yoğun mal üretmeleri ve onları dışarıya ihraç etmelerine sevk ederken, sermaye bol ülkeleri daha fazla sermaye yoğun mal üretmeleri ve onları dışarıya ihraç etmelerine sevk edecektir. Bu ise bir kalkınma sorununa yol açmaktadır. Burada “Kalkınma nedir?” sorusunu da yanıtlamak gerekir.
Kalkınma kavramı çoğu zaman büyüme ile karıştırılır. (Hoş, büyüme kavramı da çoğu zaman harcama büyümesi ile karıştırılmaktadır ya; neyse. DMD) Kalkınma bir ülkenin üretim kapasitesindeki artışı, yani büyümeyi, içermekle birlikte aynı zamanda vatandaşların yaşam standartlarındaki gelişmeyi de içerir. Bu ise, insan hakları ve hukuk sistemi, toplumsal ve cinsel ayrımcılık ve benzeri sosyolojik ve hukuki konuların yanı sıra, aynı zamanda tüketicinin satın alma gücü ve gelir dağılımı adaleti gibi iktisadi konular da kapsar. Kalkınmayı bu bağlamda ele alırsak, gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmesi ve şehirlileşmesi kalkınma probleminin çözümü için ilk ve en önemli adımdır. Bu da gelişmekte olan ülkelerin sermaye donanımını arttırması zorunluluğunu gerektirir. Ancak serbest ticaret gelişmekte olan ülkeleri daha fazla emek yoğun mal üretimine sevk etmektedir. Yani sermaye donanımını arttırmayı değil, en iyi ihtimalle aynı düzeyde tutmayı teşvik etmektedir. Böyle bir durumda, eğer devletin stratejik bir sanayi politikası olmadan serbest ticaret tesis edilirse, gelişmekte olan ülkenin sermaye donanımını arttırması ve kalkınma sürecine devam etmesi mümkün görünmemektedir.
20’inci Yüzyıl’da 1960’lara kadar bu teori temel öğreti olmuştur. Bu manada da, gelişmekte olan ülkelerde, devletçi ve korumacı politikalarla, önce sermaye birikimi ve belli bir kalkınma düzeyi elde edilmesi, ancak bundan sonra serbest ticaretin tesis edilmesi savunulmuştur. Yukarıdaki teoriye göre serbest ticareti gelişmiş ülkeler savunurken, gelişmekte olan ülkeler korumacı politikalar uygulamalıydılar. Çünkü hiçbir müdahale olmadan serbest ticaret uygulanırsa gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum kapanacağına daha da açılacaktı. Ancak bu durum şimdi farklılaşmaktadır. Başını ABD’nin çektiği gelişmiş ülkelerde popülist milliyetçilikler ve korumacı politikalar yükselirken, başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ülkeler serbest ticaret yanlısı tavır almaktadır.
“Batılılar ahmak mı, Hocam? Neden böyle bir şey yapsınlar?” Tabii ki, ahmak değiller; tersine, durumu ve koşulları çok iyi analiz etmektedirler. O zaman, teoride mi bir sorun olduğu insanın aklına gelmektedir. Filhakika, dış ticaret teorisinin egemen anlayışının ihmal ettiği teknoloji düzeyi farklılıkları ve tüketici gelir ve tercihlerindeki farklılıklar ticaretin yapısını değiştirebilecek öneme sahiptir. Ancak, kalkınma açısından genel problemi değiştirmemektedir: Serbest ticaret yüksek teknolojili ülkelerin yüksek teknolojili malları daha fazla üretmesini ve yüksek teknolojiye yatırım yapmasını, düşük teknolojili ülkelerin düşük teknolojili malları daha fazla üretmesini ve düşük teknolojiye yatırım yapmasını teşvik eder. Yani ülkeler arasındaki teknoloji açığı kapanacağına açılır. Polsner, Vernon ve Krugman bu konuya katkıda bulunmuşlardır. O zaman, teoride bir farklılık yoksa bugünkü durumu nasıl açıklayabiliriz? Tek cevap vardır: Küreselleşme…
Küreselleşmenin sağladığı fırsatları iyi kullanan bazı gelişmekte olan ülkeler, kendi kalkınmalarını kendi kaynaklarının sağlayabileceği düzeyin üstüne çıkararak hızlandırmışlardır. Bunu da serbest ticaret şartlarını kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Öte yandan, küreselleşmenin sağladığı fırsatlardan istifade edemeyip, bu kaynakları öteye beriye, gösteriş tüketimine harcayan diğer gelişmekte olan ülkeler de, bugün yüksek borç yükünden mustarip durumdadırlar.
Küreselleşme ve kalkınma meselesine Cumaya devam ederiz.