Bir ulu çınarın gölgesinde oturuyorum kendimle buluşacağım o ânı yakalamak için bekliyorum.
BERAT KANDİLİNDE İRMİK HELVASI
Sever misiniz bilmiyorum ama kim taze süt kaymağı ile yapılmış mis gibi tane tane irmik helvasına hayır diyebilir? Mevlitlerin, kandillerin güzel tatlısıdır o. Hele birde fıstıklı olursa.. Buram buram kokuları duyuyor gibiyiz biliyorum. O yüzden bu Beraat Kandili başta babacığımın ruhuna ve tüm yakınlarımızın ruhuna mahallemizde akşam saatlerinde helva dağıtacağım. Nereye gelelim derseniz buradan açık adres veremeyeceğim. Ama beni arayan bulur. Tüm okurlarımızı helvamıza bekler, üç ayların kutlu son kandilimizle de vedalaşırken, Rabbim bizleri Ramazan ayına eriştirsin niyazıyla Allah’a emanet ederim.
SADELİK VE SAKİNLİK
Bir ulu çınarın gölgesinde oturuyorum kendimle buluşacağım o ânı yakalamak için bekliyorum. Zihnimi serbest bırakmaya zorlanıyorum. Gözümün önünde trafik lambaları bir yere yetişiyorum, yarın ödenecek faturalar, işler, çocuklar, gelecekteki planlar tüm bunlar bir yumak olup önce boğazımı düğümlüyor sonra mideme iniyor. Ne midem sindirebiliyor ne zihnim öğütebiliyor bunca birikmişi. Hazımsızlık kalp atışlarımı zaman zaman hızlandırıyor; taşikardi, panik atak tansiyon belirtileri diyorlar.
Ruhumuzu doyuramıyoruz!
Yalan mı? Bir çoğumuz bu haldeyiz. Hastayız yani!.. Şehirler insanlıktan çıkardı toplumu. Bir yığın taş üstüne taş. Hayattayken gömüldük beton yığınları arasına. Sertleştik duvar gibi. Kaskatıyız. Tahammül yok, hakaret çok. Elinde tesbih, dilinde kılıçtan keskin sözler. Direksiyonda bir sağa bir sola ezip geçer karıncayı. Motorsiklet desen üzerimizden geçti, geçecek; eyvah! Otobüste herkes birbirine ters bakar. Boya değil yorgunluk göz altlarındaki morluklar. Oradan oraya neden koşturduğunu bilmeyen bir güruh. Tam bir hastalık halindeyiz zamanı pas geçip gidiyoruz. Yaşamıyoruz. Sadece nefes alıp veriyoruz. Hissetmiyoruz. Acıkıyoruz; sadece midemizi doyuruyoruz. Buna karşın ruhumuz aç; ne yazık ki ruhumuzu doyurmasını bilmiyoruz.
Ocu bucu, öcü böcü olduk!
Bölüne bölüne bir hal olduk. Ocu bucu, öcü böcü olduk!.. Kime yaranacağız. Kimden yana olacağız. Bi taraf olmamak lazımmış. Bak buna gülerim işte. Haktan olmak bi taraf olmak mı? Zihinlerde karışık, hem de karmakarışık. Tüm bu abartının, illizyonun sorumlusu olan sistemin medyası bize hala utanmadan jan janlı reçeteler sunuyor. Bunca yorgunluğumuza bir çaresi varmış. Doğa ile iç içe hafta sonu kuzularla birlikte, mandırada inek sağıp, folluktan taze yumurta toplayıp elimizde sabah yeni harman çayımızı yudumlayacakmışız! Sakın haa inanmayın. Doğayı bile pazarlayan sistem, daha çok tüketmemiz bir nefes alıp yola devam edebilmemiz için bizi kandırıyor. Öyle steril doğa mı olurmuş!
Tam da temizlik vakti!
Nereden başlamalıyız. Tabii önce kendimizden. Her türlü negatifliğe karşı kalkanlarımıza açarak kendimizi koruyacağız. Evdeki, gardrobumuzdaki fazlalıklardan acilen ihtiyacı olanlara vererek kurtulacağız. Masa üstündeki, yatak altlarındaki, dolaplara tıkıştırılmış güya bir gün lazım olacak diye atamadığımız her şeyden azad olacağız. Gereksiz, hantal, fonksiyonu olmayan ve gözü okşamayan hiçbir eşya almayacağız. Ayakkabılarımızı öncelikle üç adete indireceğiz. Hayatı hem eşyalardan ardından da düşüncelerden temizleyeceğiz. Bu zamanla soframıza, uykumuza, yürüyüşümüze sağlığımıza da sirayet edecek ve sadeliği bir hayat tarzı olarak benimseyeceğiz. Hiçbir yere koşturmak zorunda değiliz. Her şeyi üstlenmek zorunda değiliz. Her şey kendi vaktinde olması gerektiği gibi oluyor. Ne biraz önce ne de biraz sonra. Gerçekleşmesi gereken kendi kaderi içinde olup bitiyor.
İnsanın aradığı nedir ki!
Bir nefeslik ömrümüze neleri sığdırabiliriz ki!.. Harap ediyoruz kendimizi. O olsun, bu olsun, ondan isterim bundan isterim. İnsanın istekleri biter mi. Onurlu yaşayalım yeter ki. Gelinlik kızlarımız Hazreti Fatımanın çeyizlerinin neler olduğunu hiç düşünmüş müdür ki!. Asıl varlık ve zenginlik zikirde, şükürde, kanaatte, tevekkülde. Asıl zenginlik mihnete karşı sabır göstermekte. İnsanın aradığı nedir ki diye sormayın!.. İnsanın aradığı huzurdan başka bir şey değil!.. Zenginlik de, mutluluk da, sadelik de, sakinlikte hepsi huzurla birliktedir vesselam!...
HUZUR
Ufuk sadece güneşin battığı yer değil.. Ufuk gökyüzüyle denizin birleştiği yer de değil.. Ufuk çoklukta tekliğe vardığın yer olmalı. Ufuk kendinle başbaşa kaldığın ve asıl kendinle buluştuğun bir yer olmalı. Ufuk bir hayal, bir tasavvur ve varolmanın hafifliğiyle masumiyetin yaşandığı bir yer olmalı. Ufukta huzur arıyor insan. Uçsuz bucaksız kavurucu çölde, serin bir vaha arar gibi, dipsiz bir gölde inci arar gibi... Bir sahil kasabasında, bir deniz kıyısında belki bir küçük adacıkta yaşar gibi. Huzur iyot dolu ve yosunlu deniz kokusu, içine çektiğin nefestir. Huzur yalınayak kumsalda yürüdüğün ve martıların çığlıklarına eş ıslık öttürdüğündür. Huzur insanın kalbinde beliren bir ümittir. Aaaahh bir yalnız kalabilse insan; bütün sorumluluklardan beri olabilse bir an. Bütün korkulardan, bütün endişelerden, bütün vesveselerden arî olabilse insan. Mavi gökyüzü, mavi deniz ve sahilde kendiyle başbaşa yalnız kalan bir insan, huzur bulur işte o zaman!..
NOTRE DAME YANARKEN MERVAN MESCİDİ
İki gündür ortalık kızılca kıyamet dünya mirası Paris’teki Notre Dame katedralinin yanmasını konuşuyor. Medya objektiflerini oraya çevirmiş durumda. Victor Hugo’nun romanındaki Notre Dame’ın kambur, çirkin, sağır zangocu Quasimodo bir çingene kızına aşık olur ama aynı zamanda da Rahip Frollo’nun da gözü kızdadır. Neyse hikâye uzun sonunda çingene kız Esmeralda ölür ve Quasimodo Katedralin altındaki mahsende Esmeralda’nın cesedine sarılarak ölümü bekler. Hikâye bu ya doğrudur, yanlıştır bilinmez ancak batı yine yangından dahi PR yapar ve hikâye yeniden konuşulurken, Mescidi Aksa’daki Mervan mescidinde de aynı gece başlayan yangın medyanın ilgisini pek çekmez. Çünkü Mervan Mescidinin bir hikayesi varsa da önemli değildir. Çünkü ambalajlanmamıştır ve satılık değildir.
ARTI /EKSİ
TEMİZLİK
“Temizlik imandandır” boşuna denmemiş. Bu görsel olduğu kadar işitsel, koku alma, dokunma, tad alma gibi beş duyumuzun bize hissettirdiği değerlerdir. Güzel bir kurumsal logo, evimizde duvara astığımız bir tablo, yere serdiğimiz bir halı, tertemiz süpürüllmüş bir avlu ve sokak insanda bıraktığı etki hep pozitiftir. Maksadını aşmış her değer zihinlerde kirlilik oluşturur. Ahengi bozar sadeliği yok eder. Tabi ki her şey maddi temizlikle izah edemeyiz. Manevi temizlik de maddi temizlikten de öncedir. Kalp temizliği iyi insan olmanın en bariz belirtisidir.
KİRLİLİK
İçinde bulunduğumuz kentlerdeki tabela kirliliği hat safhada. Çarpık çurpuk binalar, trafik karmaşası, egzost kokuları, hatta israf edilen herşey bizim bilincimizi bozduğu gibi, yanlış hissetmemize, yanlış düşünmemize ve yanlış davranmamıza en büyük amildir. Bir kurumun kurumsal tabelası nereye asılır, hangi büyüklükte asılır, insicamı binayla nasıl yakalanır, gereksiz bir öğesi veya eksik bir tarafı varmıdır bunları ddüşünmeden, kontrol etmeden yapılan her işlem ve eylem bütünüyle kirliliktir.
MAZBATAYI DA ÖĞRENDİK!
Osmanlı’nın son dönem gazetecilerinden Basiretçi Ali Efendi’nin İstanbul şehrindeki olaylarla ilgili kaleme aldığı yazıları pek bir âlâka ile okur ve günümüzde olsa nasıl olurdu diye düşünür, gülümserim. XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Basiret gazetesinde kamuoyu oluşturmak için yazdığı mektuplardan biri olan “Deniz Hamamları” adlı metinde Zabtiye yani Polis güçlerin deniz kenarında denize girenleri meraklı gözlerle seyretmelerini engellemek için Zabitlerin uyarmaları hususuna pek bir ehemmiyet vermektedir. Şöyle diyor Basiretçi Ali Efendi; “Bunun için Zaptiye Nezaret-i celîlesine teşekküre borçluyuz. Ancak şurasını arz edelim ki o seyirciler hala istiflerini bozmuyorlar..” diyerek Zabıtayı gençlerin insanları seyretmelerinin yakışıksız bir şey olduğunu hatırlatmaları istiyor. Osmanlı devri Zabıta’nın bu gibi görevleri de varmış. Nereden nereye! Sanırım günümüzün asayiş, ahlak polisi yerine geçiyor.
Bunca anlatının başlıktaki mazbata ile ne alakası var diyeceksiniz. Ancak kelime kültürü açısından var. Mazbata kelimesi; zabtetmek, zabıta, zabıt kâtibi, mazbut, zabit, zaptiye de bu kelimeyle akraba kelimeler olarak dilimizde kullanılıyor. Tam Türkçe karşılığı ise tutmaktan gelen tutanak kelimesidir. Şehri Emaneti alacak kişiye verilen bir takdim fermanıdır mazbata. Gündemimizdeki mazbata ise; seçim heyetinin veya kurulunun seçilenlere verdiği "seçildiğini gösteren" imzalı tutanaktır. Mazbatayı tutmak, eline almak büyük bir sorumluluktur. Hele İstanbul gibi dünyanın merkezindeki bir şehri ancak Hazreti Fatih’in fethettiği gibi gönülleri fetheden birine yakışır.