Asla yapamam! Olmazsa olmazımdır! Kesinlikle bırakamam! Şu cümleleri hayatımızda hemen hemen her gün kullanıyoruz ama farkında değiliz.
İSTANBUL’U FETHETMEK
Dün 29 Mayıs Konstantinapolis’in Türk komutan Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin 566. Yıldönümü idi. Bu klasik tarihsel bilginin önemi var elbette. Ancak daha önemlisi Konstantinapolis’i İstanbul yapan o fetih bilinci ve anlayışının bugünkü tezahürü ve geldiği noktadır. İstanbul’un şeklen fethedilmesinin üzerinden 566 yıl geçmiş ve biz hangi noktadayız? Gönülleri fetheden komutan Sultan Fatih’in akıl ve iman değerlerini nasıl tevhid ettiğini anlayabilseydik eğer; fetih yıldönümlerini bir müsamereye değil, fethin yeniden nasıl inşa edilmesi gerektiği üzerinde konuşuyor olurduk. Kılıç seslerinin gölgesindeki tekbir seslerinin birer slogandan öteye taşıyabilirdik. Bir şeyi zikrederek ama neyi nasıl, neden tekrarladığımızın analizini yaparak ve eksikliklerimizi, hatalarımızı görerek bu kutlu yıldönümü konuşurduk. İstanbul’umuza bakarken kendi içimizde gerçekleşen fetihlerden ne haber demekten kendimi alamıyorum. Hangi fethi gerçekleştirdik son zamanlarda? İstanbul için hangi süfli arzularımızdan fedakârlık yaptık? En önemlisi eğitim kurumlarımızda ataleti, ezberi, taklidi, sorgusuz sualsiz teslimiyeti, kuru itaatin yerine yeni bir fetih hamlesi ile yayından fırlamış ok gibi Konstantinapolis’in bağrına saplamayı ve oradan yeni bir İstanbul zuhur etmesini diliyorum vesselam.
RAMAZAN’DA ALIŞKANLIKLARDAN KURTUL
Asla yapamam! Olmazsa olmazımdır! Kesinlikle bırakamam! Şu cümleleri hayatımızda hemen hemen her gün kullanıyoruz ama farkında değiliz. Farkında olsak zaten esaret içinde olduğumuzu da anlayıp rutinlerimizi kırmaya çalışacağız. Uzmanlar bağırsaklarınızı şaşırtın diyor. Yani sürekli çay içmeyin, içiyorsanız o rutini değiştirin ve yerine başka bir şeyi tercih edin tavsiyesinde bulunuyorlar. Tıpta bağırsak tembelliği adı altında geçen bir hastalık var. Sürekli karbonhidrat yediğinizde başınıza gelen istenmeyen bir durumdur. Bu durumdan kurtulmak için beslenme alışkanlığının değişmesi gerekiyor. Nörologlar beyni şaşırtmak için farklı şeyler yapmayı öneriyorlar. Mesela bu yaştan sonra yeni bir dil mi öğrenilir klişesine tamamen karşı çıkıyorlar. Beyni zinde tutmak için rutini kırıp, farklı şeyler yapmayı öneriyorlar.
Alışkanlıklarınıza teslim olmayın
Bazı insanlar bilirim, rutin onlar için hayatın parçasıdır. Başarıyı da bu rutine bağlarlar. Mesela sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği, beş çayı, kahve saati mutlaka o saatte olacaktır, gerçekleşecektir. Hafta sonu mutlaka alışveriş yapılacak, buzdolabı ağzına kadar dolacaktır. Yedi saat uyuyamazsak sinirimiz tepemizde, hayat zindan olacaktır. Çocukların yemek saatleri atlanırsa kıyamet kopacaktır. Banyo günü aynı gün, saatte olacak aksi tartışılamaz bile. Öğünlerde belli yiyecekler, içecekler olacaktır, yoksa suratlar asılacaktır. Mutsuz olmak için sebepler alışkanlıklarımızın içinde sıkıştırılmış ve bir şey atlanınca perişan oluyoruz. Dünya sanki üzerimize yıkılmış gibi depresyona giriyoruz o gün kahvemizi içemiyorsak uyanamıyoruz. Aslında uyanmamız gereken bir aydayız; rutinlerin bizi hasta ettiği, alışkanlıkların bizi bağımlı hale getirdiğini, olmazsa olmazlarımızın bizi şımarttığını anlamak için Ramazan ayında oruç tuttuğumuzu anlamalıyız.
Monotonluk iyi değildir
Monoton ülkeler vardır, mesela İskandinav ülkeleri gibi. Her şey sıradan, alışılmış, yeknesak; sorun yok, sıkıntı yok. Böyle bir ülkede yaşayan insandan etkileyici bir roman çıkar mı? Bunu düşünmek lazım. O yüzden mi bu ülkelerde intihar oranları ve gayrı ahlaki ilişkiler çok yüksek? Söz uzmanların ama bildiğimiz bir şey var ki monotonluk insana uygun bir hal değildir. Göçebe olmak; sadece fiili olarak değil, ruhun, düşüncenin de yer değiştirmesi faydalıdır. Göç, insanın hayatı anlama ve anlamlandırma çabası için zararlı olmadığı kesin. Yerleşik hayata geçtikten sonra insanlık başkalarını anlama konusunda da büyük sorunlar yaşıyor. İnsanlık, kendine benzeyenler dışındakilerle karşılaşmaktan, muhatap olmaktan korkuyor. Ramazan ayı bir halden başka bir hale geçtiğimiz sürekli göç ettiğimiz bir zaman dilimidir. Kendimizi hem diğerinin yerine koyuyoruz hem kendi alışkanlıklarımızı yenileriyle değiştiriyoruz ve göç ederek ruhumuzu bir halden bir hale geçirerek tekâmül ediyoruz vesselam.
DENGE
İşte bütün mesele bu; denge. Hayatın tam ortasında durabilmek. Merkezde durup kalplere yakın olabilmek. Bir bilge gibi sakin ve usulca dökülmeden, kırılmadan tebessümle karşılık verebilmek olan bitene. İşte bütün mesele ‘bu da geçecek’ deyip sakince kahveni yudumlayabilmek. En hararetli tartışmalarda, en acımasız olaylarda bile; La faile İllalah, la mevcude illallah diyebilmek. İşte bütün mesele bu. Dengeyi korurken Hak’tan yana olabilmek. Hak derken bile dengeyi korumandan rahatsız olanlara kulağına fısıldayabilmek ve “başka çare yok” diyebilmek.
Birsel Alver
ANLAT BENİ
Rüya
“Ey benim en sevdiğim eşim, ey benim en sevdiğim kızım, en sevdiğim oğlum” dedi kendi kendine. “Demek sizin için kendini yıpratan, kendi vaktinden çalan siz önceliğinin önüne kimseyi geçirmeyen bu kadıncağıza bunu reva gördünüz” dedi. Kelimeler boğazına takılıp kalıyordu...
Aslına bakılırsa ortada mercimek kabuğunu dolduracak bir mevzu yoktu. Hepi topu her biri bu akşam iftarını yapmak için arkadaşıyla program yapmıştı. Ortada bir şey yoktu ama vardı işte... yıllar önce tanıdığı, o yaşlı kadıncağızın öldüğü haberini aldığı, onun evinde, yarım bardak çayı içecek vakti olmayan, son nefesini teslim eden kadının çay bardağını, O görmüştü. Azrail’in ne acelesi vardı ki bir bardak çayı bitirmesini beklememişti. Yıllarca unutmadı... Henüz küçücük bir çocukken yaşadığı bu hikayesini bir yırtık yazma gibi tutardı içinde bir yerlerde... Anlatamasa da tek başına yemek yemekten çok korkardı o günden beri... sofrasını paylaşmayı severdi... Çünkü bilirdi ki sofrasını paylaşan yüreğini de paylaşırdı, korkusunu da, lokmasını da...
İşte... bu akşam, demek yalnız bırakacaklardı onu canları, can sıkıntısıyla, yalnızlığıyla...
“Sanki kimsem mi yok benim, anneme giderim” dedi, durdu... 53 yaşında hala çalışan annesinin evine gitmeye, sofrasını şenlendirmeye içi razı gelmedi. Çünkü annesi ona bir prensesmiş gibi davranacak, bir türlü kendisi dinlenemeyecekti.
“Bir kuzenim var benim elbet” dedi. “Her işi düştüğünde arayan, fikir danışan bir kuzenim var benim” dedi. “Bugün de benim ona işim düşsün, bir tas çorbada benim önüme koysun” dedi. Bu fikir ona daha cazip geldi. Çünkü tek başına otursaydı evdeki sofrasına biliyordu boğazına dizilecek lokmalar, biliyordu yiyemeyecekti...
Otobüse binene kadar kendi iç sesiyle kavga edip durdu, içindeki bu münakaşa bir hayli yormuştu onu. Kafasını cama yasladı, içi geçti, geçti, uyudu...
Uyandığında hava bir hayli kararmıştı, kuzeniyle aynı semtte oturuyordu da şu an baktığı sokaklar hiç tanıdık gelmemişti. Bir yaşlı kadın otobüs şoförüyle konuşuyordu. “Sağol evladım yine yük olduk sana “diyordu.
Zor şer kalkıp yerinden şoföre yanaştı. Meğer çoktan geçmişti ineceği durağı az sonra otobüsün son durağı gelecek, sonra otobüs garaja çekilecek ve bir sonraki seferine tam kırk dakika sonra çıkacaktı.
Saatine baktı ezanın okunmasına sekiz dakika vardı. En iyisi inmeliydi otobüsten, indiği yerde bekler kırk dakika sonra gelen otobüsle evine giderdi. Ama hala içiyle kavga etmeye devam ediyordu. Neden uyumuştu ki sanki, gece beşik mi sallamıştı. Allah Allah...
Durakta hem O, hem de koynuna sıcacık bir pide basmış, sırtı iki büklüm olmuş o hanım indi. Arkasında bağırıyordu kadın “Evladım duruver...”
Durdu...
“Bir başımayım, yemeğim sofram hazır besbelli oruçlusun buyur beraber iftar edelim. Yer yemez kalkar otobüse yetişirsin, buyur soframı şenlendir...”
Öyle kalbi bir davetti ki bu, kadın hem gözleri hem de kalbiyle buyur ediyordu... Buyurdu...
Bir iki sokak, sessiz sedasız yürüyüp, kadın önde O arkada, bir bahçe kapısından girdiler, saçlarına söğüt ağaçlarının dalları değiyordu. Kadın koynundaki anahtarla açtı tahta kapısını gecekondusunun, kapıyı tuttu içeri girdiler...
Ocakta, altı kısık yayla çorbasının nane kokusu sarmıştı evi, küçük bir yer sofrasında bir tabak, doğranmış küçük bir domates, bir kaç zeytin, bir bardak su ve çatal kaşık vardı. Eğilip pideyi sofraya koydu kadın. Kendisinden beklenmeyen bir hızla içerden misafirine bir tabak daha getirdi. Çorbayı doldururken ezan okundu, su ve zeytinle iftarını açtılar.
“Yalnız mı yaşıyordun teyzem?” dedi...
“He ya yalnızım, amca bir çürümüş meyve gibi düştü dalından evladım, on sene oldu. Çoluğum çocuğum var elbet, hepsi birer adam oldular, işlerinde güçlerindeler, vakit bulup da gelemez oldular. Şu telefon sağ olsun arada anacığının sesini duymak için arıyorlar” dedi...
Pidesini; zamanında fırına çok emeği geçtiği için, rahmetli eşinin hatırına veriyorlardı fırından, otobüs şoförü de her rast geldiğinde, durak harici bile alıp, evine kadar bırakıyordu onu...
Ne kadar benziyordu yıllar önce çayını yarım bırakan o kadına... ne kadar yalın ve ne kadar tazeydi sesi...
Kalkıp çay servisini o yaptı, ikişer bardak çay içtiler... vedalaştılar...
“Hakkını helal et teyzem” dedi, kendi yalnızlığını unutup, meğer onun sofrasına yazılıymış bugün ki iftarı, durağa gidinceye kadar ardından baktı kadın, gecenin karanlığında gözleri hem merhamet, hem sevinç, hem de bir ayrılık hüznü ile parlıyordu...
Sıçrayarak uyandı, kafasını camdan kaldırıp yola baktı, iki durak sonra kendi evine varacaktı, saate baktı yarım saat vardı iftara, otobüse baktı aynı şoförü gördü, bir bir taradı geri kalan yolcuları, ama koynuna pide basmış o kadını göremedi...
Meğer yıllar önce kalanı tamam edecek bir rüya görmüştü, artık yalnız sayılmazdı, içinde az önce sofrasından kalktığı bir yaşlı kadın vardı çayını bitiren, ağzında nane tadı... çantasında çürük bir meyve yükü...
Sen yine de gördüğü düşü hayra yoran bir ben gibi anlat beni sevgili okur, kimsenin görmediğini görüp, arada hüzünlenirdi de... bir yüküm olsun bildiğin, saçında söğüt dalı, koynunda bir pide, kendinden başka gidecek yeri yoktu de. Kendi kaderimizi, başkasının kazası diye yaşadığımız hayatımızda... başka başka yalnızlarla tamamla sofranı, an gelir bir eksiğin tamam eder kendini gördüğün bir rüyada... İyi yolculuklar sevgili okur, bir otobüsün güzergahından...
NEDEN RAMAZAN PİDESİ?
Ramazan demek pide demek çoğu insana göre. Ama neden? Kuyruklar oluşur sıcak pideyi göğüsleyebilmek için. Etraf mis gibi sıcak hamur kokar ama.. Evet aması var çünkü aç karnına sıcak sıcak fırından gereğinden fazla alınan o pideler ziyan oluyor. Bu kadar karbonhidrata mâhkum olmak da zorunda mıyız? Bunun muhasebesi de yapılmıyor. Bir alışkanlıktır gidiyor. Evde biriken torbalarca pide parçalara ayrılıyor, fırınlanıyor ve bir de üstüne muhallebi ile birlikte tatlı niyetine servis ediliyor. Pideler ziyan olmayacak diye kalp ve damar hastalıklarına davetiye çıkarılıyor. Ramazan pidesi bizim soframıza ne zaman, nasıl girmiştir çok ilgilenmiyorum ama faydasından çok hem israfa hem de sağlık yönünden zararını görüyorum. Artık vazgeçelim şu pideden ve yerine ekşi mayalı tam buğday ekmeğimize dönelim. Ondan bir dilim yiyip bu Ramazan pidesi bahsini kapatalım.