Her gün bambaşka bir güne uyandığımızı unutur gibi yaşıyoruz. Eskinin sıkıntıları, dertlerini yeni güne taşıyoruz.
SIRRINI TUT
Allah sırrını ifşa etseydi dünyada bir kul buna dayanamazdı. O halde sende sırrını herkese anlatma. Sosyal medya sır ifşa ortamı oldu. Ne yazık! Her şeyler ortalığa döküldü saçıldı. Yenilen içilen, yeni doğan bebek, mutlu anlar ve cenazenin mezara girerken ki fotoğrafı son noktaydı benim için. Mesnevi’de tavşan şöyle konuşturulur; “Her sözü söylemek doğru değildir. Her kişiyi kendine dost bilmek, her tedbirin takdire uğrayacağını sanmak hatadır. Hz Ali'nin “Sırrını kendinden başkasına faş etme” dediğini unutma.
Ve sonrasında da Hazreti Pir’in sözleridir.
Sır verdiğin insanın saf ve temiz olması da bu mevzuya yeter sebep değildir. En saf ve parlak bir aynaya yaklaşıp, ne kadar saf olduğunu yüzüne karşı söyleyecek olursak, ayna nefesten buğulanır ve bize bizi göstermez olur. İyi bil ki insanın biricik mahremi ve sırdaşı yalnız kendisi, kendi gönlüdür.
Kanaatini, paranı ve mezhebini kimselere söyleme. Çünkü insanların en çok düşmanı oldukları kıymetler bunlardır. Düşmanların bunları bilirlerse pusuda fırsat beklerler. Her kime dost zannıyla sırrını söylesen zararını çekmemek olmaz.
İki dudak arasından çıkan sır, aleme yayılmış demektir. Eğer bir kimseye sırrımı söyleyecek olursan o esrara veda et, zira aleme yayılması muhakkaktır. İki kişiyi aşan sır, sır olmaktan çıkar. Mutlaka söylemek zorundaysan gizli kapaklı söyle. Böyle sırrı dilin değil, halin söylesin. Yahut tam manası ile ehil ve mahrem olan kâmil kişiye baş vur. O senin sırrını kendisinden dahi gizleyicidir.
Hz. Muhammed başkalarına danışırken dikkatli konuşurdu. Asıl maksadını söylemez fakat ona yardım edecek fikirleri toplardı. Hainler ve düşmanları peygamberimizin maksadını anlayamaz, önlemeye çare bulamazlardı.
RAMAZAN UMUDUN DİLİDİR
Her gün bambaşka bir güne uyandığımızı unutur gibi yaşıyoruz. Eskinin sıkıntıları, dertlerini yeni güne taşıyoruz. Oysa uyuyoruz ve uykuda bırakmalıydık olup bitenleri, yeni güne hazırlanmalıydık. Bir önceki günün yaşanmışlıklarını yeni güne taşımamalı insan. Orada bırakabilmeliyiz ve yeni güne yeni umutlarla uyanabilmeliyiz. Kulağa çok zor geliyor biliyorum. Hele ki günümüz insanına bu çağrıda bulunmak manasızmış gibi görünse de yine de bıkmadan umut aşılamalıyız.
İletişimin dili
İletişim bir nevi tebliğdir. Tebliğ, insanı karanlıktan aydınlığa çıkaran sözleri söylemelidir. Asla karamsarlık, umutsuzluk, kin ve nefret diliyle beslememelidir toplumu. İletişimcilerin üzerinde büyük bir vebal vardır. Sözcüklere fitne, fesat tohumu ekmek kendi cehennemine odun taşımaktan farksızdır. Hayatı zorlaştıran değil, kolaylaştıran sihirli kelimeleri bulmalıyız. Aydınlık tarafından bakamazsak kalbimizin içi kararacak buna izin vermemeliyiz. Biliyorum bilinçlerimiz kuşatılmış durumda. Durup düşünecek, ânı yaşayacak hatta nefes alıp yenilenecek fırsat dahi verilmiyor bize.
Merkeze yakın durmalıyız
Fitne çağındayız. Doğru ile yanlışın birbirine girdiği, doğruyu bulmakta çok zorlandığımız bir devir yaşıyoruz. Karanlık mihrakların sadece bu dünyaya adanmış bir ömür ile insanlığın sonunu getirdiği çağın içinden nasıl sıyrılacağız? Bizim farkımız ne olmalı? Fitneden, kötülükten bizi koruyacak yegâne şey filtrelerimizdir. Filtrelerimiz ise hak ve adalettir. Hak ve adalet filtresini kuşanmış bir kişi ahlaken de değerlerini yitirmemiş bir insandır. Hak ve adaleti arayan kişi ise eğer terazisi doğru tartıyorsa her işin içinde halis niyete bakacaktır. Sözcüklerimizin de dilinde halisâne niyeti korumalıyız. İnsanın içini karartacak, kurutacak dilden uzak olmalıyız. O yüzden haberlerin bizi nereye sürüklediğine dikkat etmeliyiz. Duygularımızın yıkılması, endişelerimizin artması, kaosa sürükleyen felaket dilini reddetmeliyiz. Merkeze Allah’ı koyan kişi ne kadar merkeze yakın durursa kurtuluşa yakındır. Ancak merkezden uzaklaştıkça da savrulmaya mahkumdur.
Bugün ve her gün umut
Yanlışlıklarla, kötülüklerle de umutla baş edebiliriz. Kötülüğün niyeti zaten umudumuzu yok etmek. O halde niye teslim olalım kötülüğün rengine. Bu mübarek ayda umudu yeniden keşfedebilmenin, hayatımıza umutla bakabilmenin alıştırmalarını yapalım. Kötü, abes, yanlış olarak algılamamızı istedikleri şeylerin karşısında dimdik umutla kalkan olabilmenin, oruç tutmaktan daha zor olduğunu anlayabiliyoruz. Bu durumda bu Ramazan ayının bize kazandıracağı en güzel şeyin, hayata umut dilini yerleştirebilmek olmalıdır. Biz kendi umudumuz değil kötülüğün umudunu kıranlardan olalım vesselam.
ZAMANDAN VE MEKÂNDAN ÖTE!
Zaman ve mekan yerinde durur her zaman. İlerleyen zaman değildir, yer değiştiren mekan değildir. Zaman içinde mekân, mekân içinde zaman birbiriyle bütünleşmiştir her zaman. Akrebin peşinden koşturadursun yelkovan!.. Yelkovan geçer akrebi; akrep yetişemez koşturan yelkovanı hiçbir zaman!.. Zaman da mekan da, eskilerin fasit daire dediği bir kısır döngüdür. Zaman ve mekan yerinde dursun; insan bir ömürlüktür. Bir köşkte, bir konakta, bir villada, bir yalıda hatta bir sırça sarayda da yaşasan bir ömürlüksün işte. Kızgın çölde derme çatma çalı çırpıdan bir kulübede de yaşasan, metropollerde gökdelenlerin dibinde karton kutularda da yatıp sabahlasan bir ömürlük cansın işte. Sen sen ol kanatlı bir kuş ol; bir saate ve zamanın üstüne kon. Zaman dursun, mekân dursun, herkes mutlu olsun zamandan da mekândan da öte huzur bulsun!..
ANLAT BENİ...
DUVAR
Bir zamanlar kendini kavak ağaçlarının arkasına gizlemiş, uzaktan görmenin mümkün olmadığı bir köy varmış. İnsanların mutlu olduğu, çocukların, bebelerin bile ağlamadığı nezaketin, hoşgörünün hakim olduğu bu köyde hiç yabancı yaşamazmış. Öyle ki gelinlik çağına gelmiş kızlar bile köy içindeki delikanlılarla evlenip, dışarıya gelin gitmezmiş...
Köy içinde yaşanır, köy içinde ölünür, yine köy içine gömülürmüş buranın yerlileri...
Bir ramazan günü, ikindi vakti dağdan sisle beraber bir sıska adam inmiş. Uzun mu uzun boylu, kirli sakallı, gözlerinin bebeğinde mavi hareleri olan, kır saçlı 35-40 yaşlarında bir adammış...
Köy meydanına çıkınını koyup, avazı çıktığı kadar bağırmış. “Ey kalbi olan köylüler! burada bana yaraşır bir iş var mıdır?” demiş.
Köyün ihtiyarlarından biri biraz soluklanmasını, bu gece misafir olmasını, elbette yapacak bir iş bulunacağını söylemiş.
Misafir etmişler sisin getirdiği adamı.
Düşünmüşler, taşınmışlar, kendi aralarında... En sonunda köye yabancıların girmemesi için bir duvar ördürmeye karar vermişler... Say ki bir Çin Seddi inşa ettireceklermiş...
Ertesi gün uzun uzadıya anlatıp, duvarın örüleceği yeri gösterip, sisin getirdiği adamı yalnız bırakmışlar...
Günlerce çalışmış adam, dağdan çuvalına doldurduğu kayaları getirip boşaltmış duvarının dibine. Taşı taşla kırarak, muntazam kareler ve dikdörtgenler yapmış. O kırdıkça köyde yayılmaya başlamış takk..takkk... sesleri. O yerleştirdikçe daha bir güzel duruyormuş, kırdığı taş parçalar, ayaklarında toz, alnının teri dökülürmüş ördüğü duvara...
Küçük bir kız çocuğunun getirdiği zeytini ve somun ekmeğini azık edermiş kendine..
Yamaca kurulu bir kulübede kalır, sahurunu edip kuşluk vaktine kadar çalışır, güneş tepeye yükselince dinlenmeye çekilir, sonra tekrar başlayıp akşam ezanına kadar, taş kırmaya devam edermiş...
Günlerce gecelerce çalışıp üç sıra bir duvar örmüş... Yanına gelen tek misafir ona her gün aynı azığı getiren o küçük kız çocuğuymuş. Kimseyle konuşmaz, yanına gelenin gözlerine bakar, iki yanına selam verir, dudağında bir dua kıpırtısıyla devam edermiş işini yapmaya...
Sağ elinin işaret parmağı yokmuş sisin getirdiği adamın... Ve bu herkesin gözünden kaçmış...
Gitgide yaptığı işten mi usanmış, köylüden mi bilinmez... Yine sisin indiği bir gün köy meydanına inip “Bu duvarın kalbi yok, bu köyün de kalbi yok” deyip çıkının sırtlayıp terk etmiş köyü...
Köylü şaşırmış, kendisinden para pul almayan ardında üç sıra duvar bırakıp giden adama...
Duvarın dibinde doksan dokuz tane zeytin çekirdeği bulmuşlar...
Anlamamışlar...
Rivayet o ki her ramazan akşam ezanı okunup evlerdeki kaşık, çatal sesi kesilince yükselirmiş taşların kırılma sesi, sabaha kadar devam edermiş...
Gidip bakarlarmış ki; ne duvar var, ne usta... O gün bugün uğultusu kesilmemiş o köyün...
Anlamışlar ki bir iftar sofrasına buyur demeyi çok görmüşler taş ustasına...
Sen yine de elinde bir taş, hangi gediğe oturtamayacağını bilemeyen bir usta gibi anlat beni sevgili okur... Ördüğün ama bir türlü yükseltemediğin duvar gibi anlat... Yada ne mesafesi için koydunsa yık o duvarını, sofrana bir misafir gelsin sisle beraber, tamamlanamamış doksan dokuzun hatırına...
İNANAN İNSAN YEİSE KAPILMAZ
İnanan insanı hiçbir engel yıkamaz. Eğer inanan kişi tam manasıyla hedefine kilitlenir ve çalışırsa onu kim yolundan çevirebilir. Engel sadece insanın kendisidir. O yüzden ekonomik olumsuzluklar; doların yükselmesi, seçimin tekrarlanması gibi herkesin olumsuz olarak nitelendirdikleri şeyler Allah’ın indinde hayır olabilir. Biz ancak ve ancak O’na tabii oluruz. Her olan bitene olumsuz yargıda bulunmak çağımızın bir tür sorunu olsa gerek. Gereksiz endişeler, evhamlar, kuruntular insanı çalışmaktan, hedef belirlemekten alıkoyar. Olamayacak duaya amin mi diyelim diyenlere ben de diyorum ki; niyetin iyi ise akibet hayırdır. Eğer niyet fenalık yapmaksa iyilerin çoğunlukta olduğu yerde fenalıklar yaşamaz. Ha bir de iyilerin sayısının az olduğuna kanmayalım. İyilerin halis duası Allah’ın katında kat kat bereketlidir. Niyetimiz halis, davamız kutlu, menzilimiz hayır olsun. Allah takdir eder biz de boyun eğeriz.