Magazin hayatımızın bir parçası. Orada bazen kendimizi en saf halimizle bulabiliyoruz. Abartmam ancak düzenli bir magazin okuruyumdur. Toplumun önemli göstergelerinden biri olduğuna inanırım. YeniBirlik'te Funda Özkalyoncu'nun yazılarını da severek okurum mesela. Magazin sadece kişiler arasındaki ilişki biçimleri değil, fenomen haline gelmiş kişi ve olguları kavramak için de benzersiz bir araçtır. Magazin, makam şoförleri gibidir. Onların varlığı çoğu defa unutulur ama onlar her daim vardır. Çoğu bilgiyi en yalın şekliyle oradan alırsınız. Hadi şunu da deyip rahatlayalım: Magazin sadece magazin değildir.
Magazin hayatımızın bir parçası. Orada bazen kendimizi en saf halimizle bulabiliyoruz. Abartmam ancak düzenli bir magazin okuruyumdur. Toplumun önemli göstergelerinden biri olduğuna inanırım. YeniBirlik’te Funda Özkalyoncu’nun yazılarını da severek okurum mesela. Magazin sadece kişiler arasındaki ilişki biçimleri değil, fenomen haline gelmiş kişi ve olguları kavramak için de benzersiz bir araçtır. Magazin, makam şoförleri gibidir. Onların varlığı çoğu defa unutulur ama onlar her daim vardır. Çoğu bilgiyi en yalın şekliyle oradan alırsınız. Hadi şunu da deyip rahatlayalım: Magazin sadece magazin değildir.
Gelelim örneğimize:
"17 yaşımdaydım, İstanbul'a geldim. Tüm Türkiye'nin izlediği bir dizide rol alıyordum. İmzalı fotoğraf dağıttığımı hatırlıyorum. Şimdi çok utanıyorum o günleri hatırlayınca. Nasıl bir egoymuş?"
Bunlar sinema oyuncusu Ekin Türkmen’in samimi itirafları. Önceki gün Sabah gazetesinde yer alan röportajı toplumun birçok sorununa ışık tutar nitelikte. Ego yönetimi bunlardan sadece biri. Bir oyuncu olarak sanat filmlerinde rol almak için yönetmenle rakı sofrasına oturmak zorunda oluşuna hala alışamayan bir oyuncu. Alışmak da istemiyor. Kendisini Ekmek Teknesi isimli mahalle dizisinde izlemiştik ilk olarak. Nusret Baba’nın yani Savaş Dinçel’in kızlarından birini oynuyordu. Sonra diğer dizilerde de oynadı. Konumuz magazin olmadığı için bu kısımları hızlıca geçiyorum. Ekin Türkmen, Türkiye’deki sanat aşiretinin bu feodal düzeninden yakınan ilk isim değil. Dünyaya açılma hayali kuran sanatçıların arasında bu düzene açıktan eleştiri getirenlerin sayısı az olduğu için sözlerini dikkatle dinlememiz gerekiyor. Bu isimler kendi imkanlarıyla dünyayı okumaya çalışan ve sanat aşiretinin baskısına rağmen doğru bildiklerini söylemeye çalışan nadir örnekler.
Ekin Türkmen özelindeki bu sorun aslında Türkiye’nin birçok çevresinde yaşıyor. Edebiyatı örnek olarak verelim. Edebiyat ortamında yönetmenin rakı sofrası olarak tanımlayabileceğimiz sahneler daha çok yurtdışı bağlantılarda kendini gösteriyor. Anlı şanlı basın kuruluşlarında isminin çıkmasını isteyen yazarlarımız onların isteklerini karşılamak üzere masaya oturuyor. Bir çeşit ruhunu pazarlama ortamına giriyor. Karşılığı kimi zaman anlı şanlı bir ödül kimi zaman da farklı dillerde basılan bir kitap oluyor.
Politik arenadaki “rakı sofrası” ise daha çok uluslararası siyaset ağalarının kabulüyle gerçekleşiyor. Farklı ortamlara giriş bileti ancak onlara ruhunuzu satmanızla mümkün oluyor.
Hepsi böyle midir? Elbette hayır. Kişiliğini koruyan oyuncu da edebiyatçı da siyasetçi de yeterince var. Sadece kurulan denklemin sağlıksız oluşuna dikkat çekmek istiyorum.
Kim olduğunu unutmayan, nereden geldiğini ve hangi toplumun parçası olduğunu unutmayan kişiler, görüşleri ne olursa olsun kalıcı olacaklardır. Diğerleri ise oturdukları rakı sofrasının sonunda kazandıkları ve kaybettiklerini elbette değerlendireceklerdir.
Ekin Türkmen’in samimiyeti başta edebiyat ve siyaset olmak üzere her alanda ihtiyaç duyduğumuz şey. Dürüstlük sadece bir erdem değil, toplumu da iyileştiren tedavi biçimidir. Yoksa “rakı sofralarına” meze olursunuz da ruhunuz bile duymaz.