Zira yaşadığımız dönemin muğlak sınırları, zaten tanımı zor olan ‘sanat’ mefhumunu karmaşıklaştırdı…
Belki de aslına döndürdü… Zira insanlık bir zanaat üretimini, bir fikri, bir el emeğini, herhangi bir üretimini sanat olsun diye yapmıyordu…
Bugün, “küresel sanat”, “çoğulculuk ve “yerel sanat” gibi kavramlarda tanımlamayı deniyoruz...
Ya da akış kavramını kullanıyoruz…
Öyle bir akış ki insanlığın üretiminde ya da “sanatsal eylemlerinde” “çok kültürlülük”, “yeni kimlikler”, “melezlik”, “yersiz-yurtsuzluk”, “sentez” gibi onlarca konu var…
Ayrıca, teknolojinin üretimlerde nasıl yer aldığını irdelemek yine bu dönemin sorusudur…
Popüler kültür, küresel imajlar, politik görsellik, duyum ve sergileme, pazar aygıtları gibi temalar da temsil alanındaki çalışmaların konuları arasında yer alıyor…
Öyle ki içeriğin oluş(turul)ması, güncellik, hızlı üretim ve tüketim alanları ve bunun toplumsal izleri, hem işitsel, hem görsel hem de eylemsel (inter-aktive) yaklaşımların etkileri ve sonuçları derken liste uzayıp gidiyor…
Burada birkaç temel çıkarım yapabiliriz…
Her yeni üretim artık modern dönemin dayattığı “sanat” statüsünden çıkıyor…
Belki de en başta olduğu gibi varlığın nasıl olduğunu neden olduğunu sorgulamanın bir yöntemi bugün sanat denilen şey…
Bir taklit, bir arayış, bir kimlik ya da bir çeşit patronaj ilişkisi…
Yine de ötekini bilmek, ondan etkilenmek, onunla paylaşmak ve yeniden üretmek doğal bir yakınlaşmadır…
İnsanlığın edindiği yeni farkındalık kendisinin benzersiz olmadığıdır…
Bu farkındalığın üzerine kurulan sanat başka bir özgünlük de doğurmaktadır ki aynı zamanda seçeneklerin çoğalmasını öneren bir süreçtir…
Diğer yandan küreselleşmenin beraberinde getirdiği aynılaşma bir çeşit homojenleşme tartışmasını da açmaktadır…
Bir de tüm bu akışın içerisinde “tüketimcilik hızı ve kültürü” var ki, kendini sanatçı ya da üreten kişi olarak konumlandıranları çok yıpratır…
Uzun zaman enerji birikim ve emek harcayarak ortaya koyduğu üretimin hemen akabinde yenisini bekleyen devasa bir sektör vardır…
Bu küresel sermayenin sanat alanında köklenmesidir…
Yazımın ikinci bölümünü eskiye övgü ya da geçmişin methiyesi üzerine kurmadım…
Ama alanda uzmanlaşma konusu “sanatçı” için çok uzun bir süreçti… Bir üretim onun için bir yaşam şekli bir hayat biçimi idi… Tüm hayatını kendi içselleştirdiği bir üretimi paylaşmakla geçirirdi… Bu onu “Kült” yapardı…
***
BURSALI MEDDAH SURURİ…
Bugün interaktif tiyatro denilen, seyircinin de katıldığı, oyunun, sohbetin bir parçası olduğu “yeni” sanat anlayışının aslında zaten akışta olduğunu gösteren bir tiyatro türüdür Meddahlık…
Oyuncunun, tüm kurgusunu, seyircisiyle birlikte, göz göze temas kurarak yaptığı, hikaye anlatıcılığıdır… Tarihten hikayeler, aşktan ayrılıktan bahseder...
Methetme, bahsetme geleneğidir Meddahlık…
Bu toprakların değeridir, geleneğidir,
Bir Meddah Sururi tiyatromuz vardır ki, unutulmaz…
Mahalle kahvesi, sahnesi bir küçük sandalye, biricik aktörü de kendisi olan bir tiyatro kumpanyasıdır…
Arap, Acem, Yahudi, Ermeni, Rum, Çingene ve birçok Anadolu kentinin dil taklitlerini yaparak tanınmıştır Meddah Sururi…
Hani yukarıdaki yazıda değindiğimiz küresel sermaye var ya,
İşte o küresel sermaye bu kadar özgün bu kadar yerel bir anlatı türünü sever mi?
O zamanki böylesi bir performansın sanat değeri ile, küresel sermayenin örgüsünde şekillenen bir “sanat” üretimini kıyaslamak mümkün mü?
Biz, Meddah Sururi’nin 1934 yılında, bugün, aramızdan ayrılışını yad edelim…
Ve bir kez daha düşünelim …
Küreselleşen sanat ağında yapılan sözde sanat üretimlerinde, kök değerler, epistemolojik sorgulama, bireyin birikimi, seyirciye verdiği mesajlar, adanmışlık var mı?
Çabuk tükettiğimize göre, ya bu duygular bizde yok ya da bize sunulan sözde sanatta…