Aşağıda okuyacaklarınız, Guta'da görev yapan bir cerrahın yazdığı mektuptur.
(Bu mektubu, bir akademisyen ya da bir köşe yazarı olarak değil, sâdece ve sâdece insan olmanın verdiği sorumlulukla paylaşıyorum.)
Yirmi yıldan uzun süredir neşterim arkadaşım oldu.
Ben işimi yaparken, sessizce parmaklarımın arasında oynardı.
Her günün sonunda ona fısıldarım:
Çok iyi iş çıkardın, birlikte çok hayat kurtardık.
Fakat şimdi her şey değişti. Geçende neşterim eskiden kullandığım gibi değildi. Parmaklarım onu idare edemiyor artık. Sanki ruhumun bir parçası içine kaçmıştı. Artık şahit olduğu yaralara tahammül edemez oldu.
Uzuvları kopmuş, gözünü kaybetmiş, yüzünü kaybetmiş çocuklar. Vatanın toprağına bulanmış kefenlerine sarılı kadınlar ve aileleri, en çok da evlatlarının kanlarına bulanmışlar.
O aç ve solmuş yüzlerin üzerine barut kokusu ve iğrenç isi sinmiş…
Çocukların çığlıkları, kadınların feryatları, erkeklerin cefâsı, doktorların âcizliği neşterime de dokundu, onu ıstıraba boğdu, artık şâhit olduklarından sonra çalışmayı bıraktı.
Ama bu çığlıklar dünyânın kalbine ulaşıp onu uyandırmadı. Bugün bize getirilen bedenlerin hepsi günlerdir bir lokma tadamamış zayıf, bir deri bir kemik kalmış bedenler. Evlatlarıyla birlikte taş ile insan arasında ayırım yapmayan varil bombalarının enkazları altında gömülü kalmışlar.
Bugün enkaz altından bana bir anne getirdiler. Yedi aylık hâmile, yanında da iki küçük çocuğu. Size bu çocukların gözlerinde tüm dünyanın ıstırabı birikmiş desem, yeterince tarif etmiş olamam.
İlk çocuğun sağ ayağı yok ve kolu kırık. Diğer çocuk bir gözünü kaybetmiş ve göğsüne bir şarapnel saplanmış. Anneleri ise ölümle cebelleşiyor. Şarapnel o incecik bedeninin tümünü parçalamış, son nefesine şâhit olmamız için elimize gelmiş.
Yaşamak için mücâdele edişini görüyorum. Gözleri yanındaki bu hâle gelmiş yavrularına odaklanmış. Babaları onları terk edeli aylar olmuş.
Bu âileyi tek bir çarşaf içinde getirdiler bana. Sedyelerimiz yok artık, onları yatak olarak kullanıyoruz, çünkü yatakların hepsi dolu.
Yalvarıyorum size benim gördüklerimi gözünüzde bir canlandırın. Sâdece bir anlığına bu sahneyi canlandırın ve paramparça olmuş bu dört canı bir kerede taşıyan bu çarşafı: Anneyi, karnındaki bebeği ve yanındaki iki çocuğunu.
Meslektaşlarımdan biri kulağıma fısıldadı: Belki bebeğini kurtarabiliriz.
İlk defa, yere oturdum, başım öne eğildi ve düşündüm: “Onu kurtaralım mı yoksa annesiyle birlikte mutlu bir şekilde, bu dünyanın çirkinliğini görmeden gitmesine izin mi verelim…
Bırakayım da annesiyle gitsin.”
Hayır! Hayır! Benim vazifem onu kurtarmaktı! Etrafıma bir baktım; o annenin parçalanmış yavruları… Bedenini terk eden ruhu… Uçakların ve patlayan varil bombalarının sesi… Çocukların yürek yakan ağlamaları…
Ve kulağıma fısıldayan arkadaşım: Neyi bekliyorsun, hadi ama… Çıkarmamız gereken bir hayat var…
Bir neşterime baktım, bir arkadaşıma: Hangi hayata çıkaracaksın onu?
Varil bombalarının, ateşlerin ve hüsranın hayatına mı?
Onu kim emzirecek?
Bezini kim değiştirecek?
Kim sallayacak?
Ağlamasını kim duyacak?
Evet, onu terk etmeyen bir Allah’ı var, ama ben ve neşterim artık düşünmekten bile âciz bir duruma düştük…
Arkadaşımın sesi bu düşlerimden uyandırdı beni: “Annenin kalbi durdu”
Anne ölse bile çocuğu çıkartacağım.
Ve hayatımda ilk defa yapamadım; neşterim beni durdurdu. Onu masaya bıraktım ve sessizce çıktım gittim.
Arkadaşım gözyaşları içinde bana şaşkınlıkla bakarak işini tamamladı.
Tüm bunlar sâdece birkaç dakika içinde oldu, ama yıllar sürecek bir yara bıraktı. Mağlubiyet ve âcizliğin açtığı bir yara…
Moğol katliamlarında, Engizisyon hikâyelerinde veya firavun kıssalarında okuduklarımı bile tasavvur edemiyorum. Dünya, dünyânın liderleri ve kralları… Sizin bu katliamlara sessiz kalışınız yüzbinlerce masum sivile mâl oluyor. Bu insanların tek “suçları” Şam’da El-Guta” isimli bir beldede yaşamak…
Sizden Guta'yı kurtarmanızı istemeyeceğim. Ama insanlığınızı kurtarın. Kendi insanlarınızı kurtarın. Çocuklarınızı…
Ve bilin ki şehit annesinin karnından çıkan bu bebek sizin sorumluluğunuzda!
Doyurun onu.
Sıcak tutun.
Ona düzgün bir hayat yaşama hakkı verin.
Ölüm varillerini durdurun.
Gelin Guta’nın çocuklarını görün. Yüzlerine dokunun, aç karınlarından çıkan sesleri duyun.
Onlar da insan değil mi?