Olağanüstülükler haftası ya da Sinvar’ın ölümünün ötesi

Ortadoğu’daki olağanüstü haftalardan birini daha geride bıraktık. Öncelikle Hamas lideri Yahya Sinvar öldürüldü. Bu ölüm şaşırtıcı mıydı bilmiyorum.

Abone Ol

Bilindiği üzere Sinvar, 7 Ekim saldırılarının ana planlayıcı olarak biliniyordu, direnişi uluslararası ya da bölgesel diplomasiye değil askeri çözümlere oturtmak gibi bir eğilimi vardı ve Hamas-İran ilişkisinin güçlü halkalarından birini temsil ediyordu. Haniye’nin öldürülmesi sonrasında Sinvar’ın – başka adaylar da mümkünken- Hamas’ın lideri olarak seçilmesi sahada direnişin süreceği yönünde bir mesajdı aynı zamanda. Üstelik sahne önünde İran, “maksimum sabır” politikasını sürdürme kararlılığında olduğunu açıklayıp dururken Sinvar’ın seçilmesi İran-Hamas bağının devam edeceğini, İran’ın direniş ekseni yatırımına inanmayı sürdürdüğü anlamına geliyordu. Tüm bunlar yüzünden, İsrail Hamas’ı ortadan kaldırma sözü verdiği için ve Gazze işgal altında olduğundan Sinvar’ın akıbetinin Hamas’ın diğer yönetici figürlerinden farklı olması beklenmiyordu. Sinvar ve Hamas’ın temsil ettikleri yüzünden, 7 Ekim Körfez’de pek çok rejimin de rahatını bozduğundan, arkadaki İran gölgesi yüzünden filan Arap dünyasının bir kısmında Sinvar’ın arkasından çok göz yaşı döküldüğü de söylenemez. Nasıl Nasrallah’ın öldürülmesi kimi Arap liderleri için bir soluk alma imkanı sağladı Sinvar’ın öldürülmesi de bölge yönetimlerinin bir kısmında aynı rahatlık hissini uyandırmıştır. Ama Sinvar’ın son görüntüleri izleyenler için ölüm ve sonun ötesinde hatta Sinvar’ın mücadelesindeki kimliğin ötesinde farklı şeyler düşündürdü. Öncelikle bir gerçeği hatırlattı, lider kadrolarını art arda kaybetseler de, operatif açıdan zarar görseler de, hatta milisler bir tespihin taneleri gibi başsız ortaya saçılsa da Hizbullah da Hamas da (bu arada Gazze’de direnişin parçası olan İslami Cihat gibi örgütler, direniş ortamında yeni bir varoluş alanı bulan küçük gruplar, büyük aileler vs. de) bitmedi.

Sonu gelmeyecek direniş

Direniş, kendi iç direniciyle Filistin mücadelesi üzerinden başsız kalmasının şokunu atlata atlata devam ediyor. Zaten bu nedenle rehineler sorunu İsrail için çözümsüz kalmayı sürdürüyor. Elbette, çözümsüzlüğün bir nedeni Netanyahu rejiminin ve İsrail aşırı sağının bu meseleyi öncelememesi, rehineleri kurtarmak için pazarlık yapma gibi bir niyetlerinin olmaması, bu tür pazarlıklara oturulsa da esas amacın rehineler değil zaman kazanma/oyalama olması. Fakat şu da unutulmamalı İsrail, Gazze’ye girse ve Hamas liderlerini tek tek öldürse dahi rehinelere ulaşmış, kurtarmış filan değil. Dolayısıyla Gazze meselesi sadece Hamas meselesi olmadığı gibi, Hamas/Hizbullah da sadece liderleriyle var olan aktörler değil. Bugün bu argümanı öne sürerken çok daha emin bir biçimde konuşuyoruz zira bu cumartesi Hizbullah Lübnan’dan Kayserya’ya dron göndererek Netanyahu’nun konutunu hedef almayı başardı. Kimin başta olduğu bilinmeyen- çünkü Nasrallah’tan sonra halefi ve muhtemel halefleri de öldürüldü- bir örgüt için çok güçlü bir mesaj. Bu mesajın Sinvar’ın ölüm sahnesi ile verdiği mesajla birleşmemesi mümkün değildi, nitekim öyle de oldu. Sinvar, yurdundan edilmiş bir Gazzeliydi, yıllarca hapiste yatıp çıkmış ve çıktıktan sonra bir Filistinli için en önemli başarı esaretten kaçabilmektir çünkü böylece direniş için umut olduğunu tekrar görür mealinde şeyler söylemişti. Ölümünden sonra çokça yazılıp çizildiği gibi Sinvar şöyle bir mesaj veriyordu: sonu gelmeyen bir direniş. New York Times’da Sinvar hakkında çıkan bir yazıda oğlunun konuşmaya başladığında ilk söylediği kelimelerin “anne”, “baba” ve “dron” olduğu alıntılanmış. Sinvar, ölümüne yaralı olduğu koltuktan kendisini tespit eden drona eline geçirebildiği şeyleri fırlatarak yani savaşarak öldü. Böylece hayatı boyunca vermek istediği mesaj, sonu gelmeyecek, bitmeyecek direniş mesajı da şimdiden bir anlatıya dönüştü. O yüzden de Netanyahu hükümeti Sinvar’ın ölümünü istediği kadar bir zafer olarak kendi toplumuna ve uluslararası topluma pazarlayamamış görünüyor.

ABD’nin derdi

Sinvar’ın ölümünü bir zafer anı olarak yüceltmek ve kutsamak işi de ABD’ne kaldı. ABD, seçimlere çok az bir zaman kala İsrail ve İran arasındaki Pandora kutusunun açıldığının bilincinde. Aslına bakarsanız bu Pandora kutusunun açılmasına ABD’nin katkısı da epey fazla. Her şeyden önce İsrail’in savunmasına desteği bizzat Washington’un desteğinin görüneceği şekilde sürdürmek İsrail’in tırmandırma yapması için cesaretlendirici bir etki yaratıyor. Washington’un sondaki tırmanma, şiddet sarmalına bakıp bu bir yan etkiymiş gibi iç çekmesi, bölgesel savaştan kaçınalım, rehineler kurtulsun, Sinvar gitti, Blinken İsrail’e gelsin anlaşma yapılsın türevi söylemleri Biden’ın İsrail-Filistin politikası çerçevesinde klasikleştirdiği sayıklamalardan. Ayrıca, Demokrat Parti yaklaşan seçimlerde bazı salıncak eyaletlerde Arap/Müslüman oylarına talip. Bu çerçevede filmin tek kötü adamı Sinvarmış, Nasrallahmış/ Haniyeymiş; onlar gidince İsrailliler ve Araplar rahat nefes alıp yola devam edecekmiş gibi davranıyor. Oysa ABD’nin İsrail eliyle bölgede yeni bir düzen (ABD’nin işine gelen bir düzen) oluşturmayı hala önemsediğini ve İsrail’in bu düzeni kurma şevkini kaybetmemesi için her şeyi yaptığı malum. ABD, Körfez’in pek çok aktörünün böyle bir düzen kurulsa ve onlara da o düzende rahat edecekleri bir pay düşse çok ses çıkartmadan uyum sağlayacaklarını düşünüyor. Sözün özü İbrahim Anlaşmaları komada ama ruhuna bir yerlerde her gün dua ediliyor. Burada temel sorun şu; ABD, İsrail’in savunması için devrede, İsrail’in caydırıcılığına katkı sağlıyor ve İsrail’in kabul edilmez bir şekilde vurulmasının kabul edilemez sonuçlar yaratacağını, cezanın da ABD tarafından kesileceğini hatırlatıyor ama İsrail hala vurulabiliyor. Yani ABD’nin desteği altında sağlanan caydırıcılıkta dahi işlemeyen bir şeyler var.

İsrail’in hedef alınması bir yandan henüz kabul edilemez sonuçlar üretmedi. Bu yüzden de ABD’nin nihai cezalandırıcı, büyük ejderha olarak sahneye henüz girmediğini görüyoruz. Şunu da unutmamak lazım, ABD’nin büyük cezalandırıcı olarak sahneye girmesinin bir bedeli olacaktır, o yüzden ABD son 15 yıldır çekilmeye çalıştığı bölgeye bizzat dönüşünün önünü açmak filan da istemiyor. Küresel Güney, bu tür müdahalelere çok soğuk bakıyor, rakipler çok dikkatli, genelde bölgesel diplomasiyi atlamamaya önem veriyorlar. Bakınız daha yeni Kafkasya’da 3+3 formatı çerçevesinde Lavrov, Türkiye’de Türk ve İranlı mevkidaşlarıyla buluştu.  Ve Kuzey Kore askerlerinin Ukrayna’da savaşması haberlerinden de gördüğümüz üzere cepheler açılıp, bu cepheler küresel stratejik denge adına “ABD karşında rakipleri” adına kayıt edildiğinde kimin kim için nerede savaşacağını bilemeyiz. Sözün özü, ABD, caydırıcılığının işlediğini (cezalandırma kudretinin yarattığı dehşet ve bu dehşet altında bölge aktörlerinin bir şeylerden vaz geçmeye başladıklarını) gösterme derdinde.

ABD’nin Yemen’i vurması ne anlama geliyor

Son günlere kadar ABD caydırıcılığının “işler görünme limitlerinde” kalacağını düşünüyorduk çünkü ABD’nin işine bu geliyordu, çünkü seçim dinamikleri bunu gerektiriyordu. Fakat Sinvar’ın ölümünü izleyen gün ve saatlerde ABD’nin caydırıcılıkta kendi adına tırmanmanın önünü açabileceği mesajları gelmeye başladı. Örneğin Biden, bir gün önce “yaşasın Sinvar öldü anlaşma yapılsın” modundayken bir gün sonra “İsrail’in İran’ı nerede nasıl ne zaman vuracağını biliyorum (ama söylemem)” moduna döndü. Biden hükümeti bu cümleyle şunu demek istiyor muhtemelen; İran ve direniş ekseni İsrail’e yönelik doğrudan saldırılarını durdursun (bu arada İsrail durmayacak tabi- yani bu Lübnan’da İsrail tatmin edilsin demek), İsrail’in İran’ı vurmasını engelleyemiyoruz. Bunu söylerken İsrail’le görüş alışverişi, istihbarat paylaşımı filan yaptıklarını da söylemiş oluyor. Daha önceki yazılarımızda İsrail’in elindeki misilleme senaryolarından ve olası etkilerinden bahsetmiştik. Olası etkiler (Körfez’in yanıp-kavrulması veya nükleer silahlanmanın düğmesine basılması) ABD’yi rahatsız ettiğinden bu uyarılarla ABD, tazıya tut, tavşana kaç diyor; İsrail’e tazı, İran’a sonsuza kadar sürecek tavşanlık rolünü bahşediyor. Rolünden memnun olmayanlar üç-dört gün önce ABD’nin Yemen’de Husileri nasıl, hangi kabiliyetle (yeraltı kabiliyetlerini hedef alacak şekilde) vurduğuna bakabilir. Austin, Yemen’e düzenlenen operasyondan sonra “bunun bir ABD operasyonu olduğunu -koalisyon değil, İsrail değil-“vurguladı. Bu operasyon, Austin’in sözleriyle, ABD’nin küresel vuruş gücünü gösteriyor yani ABD, istediğini istediği zamanda istediği yerde indirir diyor.

İsrail vurulmaz değil, hala değil…

ABD, caydırıcılığın dozunu ve İsrail savunmasının dozunu -THAAD ve savunma sistemlerini işletecek ABD askerleri ile- artırmışken Netanyahu'nun evinin camına çakılan ve İsrail savunmasının durduramadığı dron ne diyor: İsrail hava savunmasında bazı sorunlar var, İsrail füzelere karşı bazı tedbirler geliştirse de yoğun dron savaşlarına henüz yeterince cevap veremiyor, Hizbullah/İran Lübnan’dan İsrail’in içini hedef alacak kabiliyetlere sahip. Dün askeri üs, bugün Netanyahu’nun konutu… direniş ekseni bir şekilde istihbarat toplayabiliyor, derin ve hedef gözeterek vuruş yapabiliyor. Üst düzey bir hedefin canının gerçekten yanması -bu kısım biraz muğlak- siyasi karara bağlı. Bu arada kimin canının daha çok yandığından bağımsız bir çatışma devinimine girmiş olan bölgede, ABD için bu mesaj rahatsız edici bir ton da taşıyor. ABD’nin İsrail’i ve ABD çıkarlarını koruyacak caydırıcılığı sağlarken İsrail’in vurulamazlığını garanti edemediğini görüyoruz. Netanyahu rejimi zaten vurma-vurulma-tekrar vurma kısır döngüsünde devam ediyor. Eğer bu atmosfer böyle devam ederse ABD, bölgesel bir savaşı nasıl caydırabilir. Bu sorunun cevabını Washington veremiyor.