Geçen sene bu sıralarda bir yazımda bizim gerilememizin başlangıcını, Kanuni döneminde değişen ticaret yolları ve iktisadi düzene uyum sağlamak için Amerika kıtasını fethetmeyi öneren Barbaros'a karşı Osmanlı'nın yerleşik bürokrasisinin statükocu tavrına dayandırmıştım.
Bugün yine benzeri bir çağdayız. Dünyada ekonomik merkez Doğu’ya kaymaktadır. Ticaret yolları değişmektedir. Bürokratik hantallığın üstesinden gelemeyeceği hızlı değişimler olmaktadır. Elimizde de yeni bir idare sistemi vardır. Bu sistemde hızlı karar alınabilecek, gerekli düzenlemeler ivedilikle hayata geçirilebilecektir. Ancak, kararlar “uzun vadeyi içerecek şekilde” ne yönde olmalıdır? İşte bu yazımda bunlara değineceğim.
18’inci yüzyıl dünyasına bir avuç Batılı’nın zırhlı gemiler, ticaret kumpanyaları ve ateşli silahlarla dünyayı sömürgeleştirip yağmaladığı bir sistem hakimdi: Merkantilizm. Merkantilizm merkezi krallıklar tarafından yönetilen ve -isminden de belli olduğu gibi- krallar tarafından imtiyaz verilmiş büyük tüccarlara dayanan bir sistemdi. Merkantilist düşüncede devletin gücü milli servetle, milli servet de ülkede birikmiş kıymetli maden stoklarıyla ölçülürdü. Mutlak güç sahibi hükümdarlar aynı zamanda bir numaralı tüccar sayılırdı. Bu hükümdarlar ülkelerinin egemenliğini arttırmak ve kendi güçlerini azamileştirmek için merkantilist ticaret politikası adı verilen bir politika uygularlardı. Buna göre mamul mal ihracatı ve ham madde ithalatı teşvik edilir, mamul mal ithali ve hammadde ihracatı engellenirdi. Amaç sürekli dış ticaret fazlası yaratarak ülkenin ve dolayısıyla mutlak hükümdarın servetini arttırmaktı. Para altın ve gümüş cinsinden olduğu için dış ticaret fazlası kıymetli maden stokunda ve dolayısıyla milli servette artışa neden olacaktı. Altın ve gümüşü merkantilist devletler başka yoldan da elde etmekteydiler: Korsanlık, savaş ve talan. Bu aslında bütün gücü elinde toplayan bir monarkın ve onun etrafındaki bir grup özel imtiyazlı tüccarın güç temerküzü politikası idi.
O çağda doğudaki geleneksel imparatorlukların (Türkiye, İran, Çin ve hatta Rusya) sistemi ise merkantilizmle taban tabana zıt bir sistemdi. (Bu arada bu konuya yıllarını hasretmiş iktisat tarihçisi Mehmet Genç Hocamızı saygıyla analım.) Bu sistem provizyonizm / iaşecilik olarak bilinir. Temel mantığı Doğu’daki devletlerin halka bakış açısı ile uyumludur. Doğu’da devlet bazen sert bazen de müşfik bir baba gibiydi. İnsanlar da vatandaş değil ama çocuk gibi görülürdü. Onlara bakmak, korumak – kollamak ve yeri geldiğinde çok sert şekilde cezalandırmak da devletin, yani babanın, göreviydi. Batı’da mutlak hükümdar gücünü maksimize etmek isterdi, çünkü onun yerine geçebilecek bir alternatif her zaman ortaya çıkabilirdi. Doğu’da ise insanlar, yani çocuklar, devlete, yani babaya, isyan etmeyi düşünmezlerdi bile. Devlet ve hükümdar ilahi irade ile desteklenmiş kutsal varlıklardı. Bu bakış açısı altında devlet, hükmü altındaki insanların açlık ve kıtlık içerisine girmesini önlemek için dışarıya mal ihracını engeller ve mümkün olduğunca ithalatı teşvik ederdi. Çünkü üretim yapıları bir çok tarihsel, iktisadi ve sosyolojik sebeplerden geri kalmış bu ülkelerde, bu yüzden en önemli problem, ahalinin geçimini sağlamak yani iaşecilikti.
Bir tarafta ihracat fazlası vermek ve bütün doğal kaynaklara hükmetmek isteyen saldırgan tüccar toplumlar, diğer yanda bu toplumlardan mal satın almak için yanıp tutuşan kendisi de yeterli üretim yapamayan klasik imparatorluklar. İşte bu yapı ilk önce doğu toplumlarının dış açık vermesine, dış açık dış borcun bir çığ gibi büyümesine ve en sonunda askeri açıdan zayıf düşüp büyük toprak kayıplarına yol açtı.
Bugün Batı emperyalizmi tekrar bir merkantilizm çağına girmiştir. Artık hükümdarlar yoktur ama bizatihi askeri ve sivil bürokrasi o hükümdarların işlevini yerine getirmektedir. Büyük tüccarlar kadar ve hatta daha fazla büyük sanayi kartelleri ve finans devleri bu emperyalist devlet aygıtlarıyla içli dışlıdır. Seçilmiş siyasiler birer figüran düzeyinde kalmakta, her şeye hakim olan bürokratik güç aygıtı ve onun etrafındaki sermayedar grupları ülkelerinin refahını arttırmanın yolu olarak enerji ve ticaret hatlarını ele geçirme, para akışlarını kontrol etme ve hammadde zengini ülkelerde hakimiyet kurmayı temel prensip edinmişlerdir. Ana amaç kendileri dışındaki dünyayı ucuza satın alınan emekçi, bilinçsiz tüketici ve borçlu haline getirmektir. Ben bu sistemi Neo- Merkantilizm olarak adlandırıyorum. Bugün ABD ve Çin, ABD ve Avrupa arasındaki ticaret savaşları, Ortadoğu ve Akdeniz’deki enerji mücadelesi, İslam ülkelerindeki kaos hep Soğuk Savaş dönemi sonrasında ortaya çıkan bu saldırgan yapının mahsulüdür. Liberal arkadaşlar, “piyasa dostu profesyoneller” bunu küreselleşme ve katılımcı demokrasi olarak yutturmaya çalışmaktadır.
Pekiyi Türkiye’nin durumu nedir? Hiç kuşkunuz olmasın, onlar nasıl kendi atalarının izinden gidiyorsa biz de bu çağın anlayışı çerçevesinde kendi atalarımızın izinden gidiyoruz. Yatırımlarımız üretken sektörlere değil üretken olmayan sektörlere yoğunlaşmış durumda. Ekonomimiz bir inşaat, medya – iletişim, finans ve perakende ticaret ekonomisi olma yolunda hızla ilerlemektedir. Tarımsal ve sınaî üretim gerilemekte, üretim açığını bol bol ithalatla karşılamaktayız. Çünkü önemli olan halkın ihtiyaçlarının –o halk ne kadar az üretim yaparsa yapsın– karşılanmasıdır. Bunun için sihirli bir aracı da Batı emperyalizmi elimize tutuşturmuştur: Kredi kartı. Zaten mal ve bilgi akışları adamların kontrolünde, para akışını da bu şekilde merkezileştirmişler. Biz ne yapıyoruz? Adamlardan aldığımız borçla, adamların AVM’sine gidip, adamların ürettiği malları satın alıyoruz. Bu sistemin adı Neo- Provizyonizm’dir. Nasıl Merkantilizm karşısında Provizyonizm çöküş ve yıkımı getirmişse, Neo Merkantilizm karşısında Neo Provizyonizm de –bugünkü şartlarda- fakirleşmeyi ve bağımsızlık kaybını beraberinde getirecektir.
Yeni dönemde Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Kabinenin, devletin otoritesini ve gücünü üretken sektörlere kaynak aktarmada, ihracat fazlası veren bir ekonomiye evrilmede bir kaldıraç olarak kullanması gerekir. Bunun için Yeni Dönemin ruhuna yakışır bir uzun dönem büyüme programı, çağdaş bir eğitim sistemi, teknolojiyi her alanda destekleyen bir sanayi politikası, Batılı emperyalistlere boyun eğmeyen ve Türkiye’nin müttefiklerinin çıkarlarını değil kendi çıkarlarını düşünen bir dış politika belirlemesi gerekir. Zaten 15 Temmuz’dan beri bu yolda önemli mesafe kaydettik. Ancak hala daha bu programın yeni bir büyüme ve kalkınma politikası ayağı eksiktir. Bunun ivedilikle yerine getirilmesi gerekir.
Hayırlı Cumalar.