Bir önceki kuşağa "Y Kuşağı" denmesinin sebebi ise alfabetik sıralama ile ilgili değildir.
Günümüzde yirmi yaşların başında olan nesil, “Z Kuşağı” olarak adlandırılıyor. Bu neslin “Z Kuşağı” olarak adlandırılmasının sebebi “Y Kuşağı” denen nesilden sonraki nesil olmalarıdır. Yâni adlandırma tamamen bir “alfabetik kronoloji”den kaynaklanmaktadır. Tıpkı “postmodernizm” denen dönemin “modernizm” denen dönemden sonra gelmesi gibi.
Bir önceki kuşağa “Y Kuşağı” denmesinin sebebi ise alfabetik sıralama ile ilgili değildir. İngilizcede “Y” harfi”nin okunuşu “vay” şeklindedir. Yine İngilizce “neden” sorusunu sormak için kullanılan “why” kelimesi de aynı şekilde “vay” diye okunur. “Y Kuşağı”, nasıl sorusunu sorma dönemini aşıp “neden” sorusunu soran bir nesil olarak belirginleşince bu nesle, “neden” (Why) diye soruyorlar diye “Y Kuşağı” denmiştir. Bu nesilden sonra gelen nesil de bir sonraki harf olan “Z” kullanılarak adlandırılmıştır.
“Nasıl”sız “neden”
Peki, “nasıl” sorusu sorulmadan sorulan “neden” sorusuna verilen cevap ne kadar tatmin edicidir? “Neden” sorusuna odaklandığı için “Y Kuşağı” ismini alan nesil, aldıkları cevabın içinde “nasıl” sorusunun cevâbını da alıyor mu?
Elbette “neden” sorusu hüküm ve hikmet içeren bir cevabı almak için sorulur. Mahkemede karar veren hâkimler, gerekçeli karârı, yâni o karârı neden verdiğini açıklamak zorundadır. Ama o karârın kişiye özel değil de genele hitap eden ve – hukûkî deyim ile – emsâl teşkil edecek bir karar olabilmesi için nasıl verildiği, hangi kanun maddesine dayanarak ve nasıl bir muhakeme sürecinden geçilerek verildiği resmiyet kazanmalıdır.
Günümüzde dijital teknoloji ile hızlanan hayat tarzı, değil “nasıl” sorusunu sormayı, “neden” sorusunun sorulması için gerekli zamânı vermemektedir. Hatta artık “ne” sorusu bile cevâbı verilene kadar güncelliğini kaybetmektedir.
İhsan Fazlıoğlu hocanın bir konferansında yaptığı şu tespit konuyu özetlemektedir: “Nasıl”sız “niçin”, değerlerle düşünmektir.
Böyle bir düşünceden doğan ürün, yazılı ya da sözlü olsun, edebiyat olmaktan ileri gidemez. Sloganlar üretir. Nasıl olduğu bilinmeyen çözümler(!) vaad eder. “Şeriat gelsin her şey düzelecek” ya da “Laiklik uygulansın hiçbir sorun kalmayacak”. “Her şey çok güzel olacak”, “Bizi kimse ayıramaz”, “Bu ilaç sizi gençleştirecek” ve daha niye sosyal, dinî, siyâsî, sportif, kozmetik slogan bulmak mümkündür.
Ama bu sloganlarla iddia ve vaad edilen şeylerin “nasıl” yapılacağına dâir hiçbir ayrıntı yoktur. İşin “edebiyatını” yapmak kolaydır. Ama icraata dökmek ve uygulamak genellikle slogan atmak kadar kolay değildir. Bir sorun hakkında kitap ya da dergi çıkartınca, bir şiddet olayını haber yapınca, duvarlara yazı yazınca hiçbir şeyin düzelmediğini gördük, yaşadık; biliyoruz.
Ancak yalan olduğunu bile bile duymaktan hoşlandığımız için inandığımız sözler gibi, içinde “nasıl” sorusuna cevap olmayan yazıları okuyoruz, konuşmaları dinliyoruz, programları seyrediyoruz. Bunları duymak, hele sevdiğimiz kişiden işitmek hoşumuza gidiyor. Âdeta büyülenmiş gibi dinliyoruz ve “İyi de nasıl?” sorusunu sormuyoruz, soramıyoruz. Belki de sormak istemiyoruz; cevap alamamaktan korkuyoruz.
Fikirsiz zikir
Aynı yaklaşıma başka bir alandan örnek vereyim. “Zikir” kelime anlamı olarak hatırlamak ve dillendirmek demektir. Bunun dinî terminolojideki karşılığı, Allah’ı anmaktır. (Bakara Sûresi, 152: “Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.”) Kimileri bunu beş vakit namaz sonrası 99’luk tespihle yapar, kimileri parmağına taktığı “zikirmatik” denen cihazın tuşuna basarak yapar, kimileri de bir tekkede zâkirlerin yaptığı zikirlere katılarak yapar.
Ama sâdece dille “Allah”, “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allâhuekber”, “Yâ Allah”, “Hû Allah” demenin diyenin kalbine verdiğini ferahlıktan sonraki adımı yoktur. Çünkü bu ifâdeleri dillendirdikten sonra onları eyleme dökmek ve bu eylemin nasıl yapıldığını ve yapılacağını bilmek gerekir ama kahir ekseriyetle yoktur. Yâni kısaca “fikir” yoksa o zikir, slogandan ileri gitmez.
Tasavvuf edebiyatı, sâdece anlatılıp dinlenen menkıbeler ile doludur. Hocalar bunları câmi kürsülerinden, sohbetlerde, konferanslarda anlatırlar. Dinleyenler ve seyredenler de etkilenirler ama sohbet bitince konuşulan her şey kar topunun eriyip gitmesi gibi yok olur gider. Belki o yüzden her Cuma günü namazdan önceki sohbetlerden ve Cuma namazının farzı olan hutbeden câmi dışına çıkanların kulağında hiçbir şey kalmaz.
İmam efendi, peygamberlerin kıssalarını, evliya menkıbelerini anlatır. Ama bu kıssa ve menkıbelerde verilen mesajın günümüze nasıl aktarılacağı ve nasıl uygulanacağını konusunda hiçbir şey söylemez. Ben bunu tahtaya gramer kurallarını yazmayı yabancı dil öğretmek zannetmeye benzetiyorum. Bir İngilizce hocası için en kolay ders şekli, gramer konularını anlatmak ve gramer sorularını çözmektir. Öğrenciler de okuldan eve gidince “çok şey öğrendik” zannederler. Ama sonunda duyduğunu ve okuduğunu anlayıp yazamayan ve konuşamayan, dolayısıyla o yabancı dili kullanmayan kişiler ortaya çıkar. Çünkü o kuralların nasıl kullanılacağı konusunda yeterli alıştırma yapılmamıştır.
“Nasıl”ı nasıl öğreneceğiz?
Bu yazıyı okurken, yapılmayanları bu kadar eleştirdikten sonra çözüm önerisini okuma beklentisine girmeniz gâyet normaldir. Çözüm hiç de zor değildir. “Nasıl” sorusunun cevâbı, bir işlem, hesap-kitap ile ortaya çıkar. Bu bir mekanizmanın ürünüdür. “Ne” olduğu tespit edilen, “niçin” üretildiği bilinen bir ürün ile ilgili “nasıl” sorusunun cevâbı onu yapandadır. Bunun için de “güncel olanı” tespit etmek, sorun varsa sorunsal hâle getirip çözmek, ihtiyaç varsa tedârik yollarını sunmak ve bunu bizzat uygulayarak göstermek gerekir.
“Müslüman iyi insandır” demekle Müslümanları iyi insan yapamayız. Bu, kişisel bir kararlılık ve toplumsal bir yapı için bir eğitim, terbiye, disiplin, istikrar süreciyle, tecrübelerden yararlanıp yanlışları ders alınan bir fırsat olarak görerek mümkündür. Yoksa sabahtan akşama kadar “Bal” desek bile ağzımız tatlanmaz.
“Nasıl” sorusunu sormak ve bu soruya cevap vermek alışkanlığımız bizi dinî, siyâsî, ahlâkî, ticârî, cinsel, iktisâdî her türlü sorundan kurtaracaktır. Ama tüm bu süreci yapmak yerine, “nasıl” sorusunu biri sorsun, cevâbını da birisi versin, biz de hazıra konalım” demek gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemek olmaktadır.