Dünya son iki haftadır İsrail'in 1948'den beri yaptığı devlet terörüne ve insanlık dışı saldırı ve muameleye Filistin halkının bıçak kemiğe dayandı
Yazıya şu notu yazma ve uyarıyı yapma ihtiyâcı duyarak başlamak istiyorum:
Not: Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin bir Moğol ajanı olduğu safsatasına ve iftirâsına inananlar bu yazıyı okumasın. Nefretleri kabarmasın, kinleri köpürmesin. Kul hakkına girmesinler. Boşuna zaman harcamasınlar. Benden söylemesi.
Gelelim konumuza. Dünya son iki haftadır İsrail’in 1948’den beri yaptığı devlet terörüne ve insanlık dışı saldırı ve muameleye Filistin halkının bıçak kemiğe dayandı dercesine verdiği karşılığı konuşuyor. Dünya ve ülke medyamızın gündemi bu.
Hamas’ın “öleceksek böyle ölelim” deyip başlattığı saldırı bir nefsî müdafaadır. Ancak Siyonist dünya medyası, İsrail’i mağdur ve mazlum, Filistin’i ise zâlim göstermeye devam etmektedir.
Dünyânın “süper” güçleri İsrail’i Filistin’den “korumak” için son teknoloji ile donatılmış savaş gemilerini bölgeye gönderiyor. Ama Gazze’ye su, elektrik verilmiyor. Yaralıların tedâvisi için ilaç bile bulunamıyor. Zâten yaralıları hastanelere taşıyan ambulanslar bile İsrail tarafından hedef alınıyor. Nefretini bununla soğutamayan İsrail, yaralıların bulunduğu hastaneleri vuruyor. İnsanlık suçlarına birini daha ekleyerek tedâvi altına alınan sivilleri öldürüyor.
İsrail sağlık bakanı da bombalanmayan hastanelerdeki yaralı Filistinlilerin tedâvi edilmeyeceğini ve ölüme terk edileceğini açıklamıştır. İsrail savunma bakanı ise tam bir “soykırım emri” vererek savaş hukukunu rafa kaldırdıklarını (her zaman yaptıklarını artık açık açık) ilan etmiş ve tecâvüz, gasp, yağma ve soykırımın önünü açmıştır.
Tüm bunlar o kadar ağır bir insanlık dramıdır ki Ukrayna-Rusya savaşı bile neredeyse unutulmuştur. Mesela son on beş günde “tahıl koridoru” ile ilgili bir şey duydunuz mu?
Sosyal medya platformlarında tam bir dijital meydan savaşı veriliyor. Siyonist medyanın “ifâde özgürlüğü”, “haber alma hakkı” gibi evrensel hakları hiçe sayıp uyguladığı sansüre ve çarpıtmaya rağmen, perde arasından sızan ışıktan güneşin doğduğunu anlamamız gibi olan biteni görüyor ve okuyoruz. “Safım belli olsun” diyen karınca gibi paylaşımlar, beğeniler yapıyoruz. Lânetliyoruz. Ama İsrail şımarığı “Yahudi değilim ama siyonistim” diyen kesim bildiğini okuyor. Çünkü onlar için karşılarında “hayvan” var. Ama gerçek hayvanlar için (haklı olarak) tepki gösterenler, hayvan yerine konan insanlar için ses çıkarmıyor.
Zulümde barış söylemi
Bölgeye barış nasıl gelir, bilmiyorum. İnşallah bir an önce gelir. Ama târih gösteriyor ki, taraflardan birinin gâlip geldiği bir savaş ile gelmeyecek. Silâhına güvenip katliam yapanları korkutacak, onlardan daha güçlü “silah” çıkmadan bu sorun çözülmeyecek. Tıpkı Hz. Ömer, Selahaddin Eyyübî ve Yavuz Sultan Selim’e kendini teslim ettiği gibi Kudüs, ona barış getirecek ve onu yeniden “barış ülkesi” (Darüsselâm/Jarusalem) yapacak gücü dâvet edecektir.
Bu topraklar, yâni Mezopotamya, insan kanının toprağa ilk düştüğü topraklar olarak kabûl ediliyor. Ama bir tarafta bu toprakların târihinde kan, zulüm, katliam eksik olmazken, diğer tarafta dünyânın en barış dolu sözleri de burada yazıldı.
Bu sözleri yazanların başında tüm dünyânın tanıdığı (ve 1970’ler de bize hatırlattığı) Mevlânâ Celâleddin Rûmî, yâni kısaca Mevlânâ veya Rûmî geliyor.
Mevlânâ tek değil; Yûnus Emreler, Hacı Bektaşlar, Hacı Bayramlar, Şeyh Şâban-ı Velîler aynı safın diğer büyük isimlerinden sâdece birkaçı.
Biz Mevlânâ ve diğer isimlerden tek bir nefret ifâdesi okumuyoruz. Uhud’da tepeyi terk eden okçuların kim olduğunu bilmediğimiz gibi, târihin bu önemli isimlerinin mirâslarında nefret tohumu atacak tek bir kelime yok.
Hacı Bektaş Veli’nin temsilî resminde aslan ile koyun aynı kucakta oturuyor. Yûnus Emre “sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” diyor. Şâban-ı Veli “gelişinizi güle güle, gidişiniz güle güle, her işiniz güle güle” diyor.
Mevlânâ, Mesnevî ve Divân-ı Kebir’de zulmü, şiddeti yanlışa örnek vermek için anlatıyor. Zulmedenin, kesip öldürenin yanlış yaptığını aslan, sırtlan hikâyeleriyle bize aktarıyor.
Bütün bu barış metinleri yazılırken, Anadolu Moğollar tarafından yakılıp yıkılıyor, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmıyordu.
“Binlercesine çeri (asker) yığan hanlar hani?
Vefası yok, vefasızdır dünya tanı,
Gafil insan görüp ibret almaz imiş.”
diyen Ahmet Yesevî’nin ocağından beslenen, Sadrettin Konevî tedrisinden geçen ve Mesnevî’sinde
“Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse hayvanlık vasfı.
Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
Kahır ise, tatlıyı acılığa çeker. Acı ile tatlı bir arada bulunur, bağdaşır mı?
Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.” (Mesnevî, (I, 2436, 2580, 2581, II/1530, 1531) diye yazan Mevlânâ, günümüzdeki insanlık dışı zulme karşı ne yazar, ne söylerdi acaba?
Ya yıllar sonra?
Peki biz yüzlerce yıllık bu barış söyleminin vârisleri olarak yüz yıl sonraya, iki yüz yıl sonraya hangi mesajları gönderiyoruz? Târih bizden kalan miras olarak neleri okuyacak, neleri seyredecek? Zâlime karşı dururken, barış dini olan İslâm’ın inananları olarak biz yirmi birinci yıldan neler bırakacağız?
İsrail, kendi şeytanlığının rolünü oynuyor. Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Moğolların yaptığını şimdi İsrail yapıyor. Ama biz Mevlânâ’dan ne öğrendik?
Mevlânâ’nın sözlerini barış zamanından paylaşmak mârifet değildir. Uydurma da olsa altında Mevlânâ yazılan barış, sevgi, aşk paylaşımları neden şimdi yapılmıyor?
Biz bu günlerden târihe nelerin kalmasını, gelecek nesillere nelerin miras bırakmayı istiyoruz?
Anlamı “barış” ve “teslimiyet” olan İslâm’ın inananları olarak kendimize yakışanı mı yapıyoruz? Yoksa İsrail’in yaptığını mı taklit ediyoruz?
Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, bizim katliam ve soykırım yapanlardan öğreneceğimiz hiçbir şey yok.
Vesselâm!