Rahman sıfatı; tecellilerine açılmasıyla, Rahim sıfatı; teveccühlerinin lütfedilmesiyle kendini gösterir. Rahman; imana götüren şeyle, Rahim; irfana ulaştıran şeyle tecellî eder. Rahman; irfandan bahşedilen şeyle, Rahim; aftan bahşedilen şeyle görülür. Rahman; aftan bahşedilen şeyle, Rahim; râzı oluştan bahşedilen şeyle tecellî eder. Yani buradan anlaşılıyor ki, Allah bizi ‘Rahman’ sıfatıyla yarattı. Yani tecellisi, sevgisi ve kendi kendine olan büyük aşkı ve ortaya çıkışı dolayısıyla yaratılışta ilk kullanılan enerji ‘Rahman’ sıfatı oldu. ‘Rahman’ sıfatı; bütün isimlere hakîkatlerini tevdi etti, isimlere ayırım yapmadan… Yani ‘Güneş’ gibiydi; negatif isimleri de pozitif isimleri de aydınlattı. ‘Rahim’ ise; bu sıfatla yaratılan kulun kendinin Allah indindeki değerini idrak edip ne kadar büyük bir korunma içinde olduğunu anlaması ve bilmesi demektir. Dolayısıyla bu iki kelimenin bir arada kullanılması hem bize yaratılmanın lütfunu, hem de yaratıldığımız zaman da korumanın inâyetini anlattığı için çok büyük bir önem taşır. Onun için besmelede ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ sıfatı Allah’ın adıyla birlikte söylenmektedir.
Allah kulunu terbiye eder. Bu rahmet esnasında bâzen ıstırap da çekeriz. Doktorun verdiği ‘Rahmet’ acı ilacı da yemek olabilir; fakat mutlaka onun sıkıntısını da Allah alır. Zahmet olacak ki rahmet olsun. Ayrıca insanların ümitsizliğe düşmesi Kur’ân-ı Kerîm’de yasaklanmıştır, ümitsizlerin ‘kâfir’ olduğu söylenmiştir, çünkü sâdece rahmeti gazâbını örttüğü fikri bile insanı ümitsizlikten uzaklaştırır. “Ben kuluma şahdamarından daha yakınım” diyen bir Allah var. O öyle bir Allah ki, dostuna düşmanına, yani kendini sevene de kendini reddedene de ‘şahdamarından daha yakınım’ diyebiliyor.
Allah’ın kula olan sevgisinde ve kuluna gönderdiği devamlı irfân, idrak ve anlayışta bir eksiklik yok. Kul nefsiyle gelenleri örttüğü için, ne kadar büyük lütfun içinde olduğunun farkına bile varmıyor. Oysa insanın acı ilacın bile lütûf olduğunu görmesi, hissetmesi ve ondan dolayı şükretmesi gerekir. Bunu yapabildiğimiz ölçüde, hiç olmazsa Allah’ın sonsuz lütfuna ve sonsuz sevgisine cevap verebilmiş oluruz, biz de Allah’a yaklaşırız. Aksi takdirde aynı yere çok kötü de bakabilir insan, çok iyi de bakabilir. Yani algılama biçimiyle alâkalıdır; aynı yeri cennet de yapan insandır, cehenneme çeviren de insandır.
‘Amentü billahi’ de “Hayır ve şer Allah’tandır” diyoruz, günde beş kere de bunu tekrarlıyoruz. Fakat sonra şerrin o kişiden geldiğini düşünerek kişiye düşman oluyoruz. Nefret, kin ve düşmanlıklar toplumu birbirine düşürüyor. Bizi bölen, farklı fikirlere hürmet etmekten vazgeçmemiz oldu. Hâlbuki dünyâ farklı fikirler üzerine yürür; bir evde Galatasaraylı da, Beşiktaşlı da, Fenerbahçeli de olursa herkes birbirine hürmet etmeyi öğreniyor, çünkü sevdiği akrabası Fenerbahçeli ama kendisi Galatasaraylı ise onun üzülmemesi için Fenerbahçe’ye de duâ etmeye başlıyor. Böylece farklılıkları hoş görme tekniğini geliştiriyor ve o zaman da merhamet hissi çoğalıyor, yani merhamet hissinden dolayı da farklılıklara hürmet etmeyi öğreniyor. O halde önce insanı seveceğiz, insanlara hürmet edeceğiz, yapanın-yaptıranın Allah olduğunu idrak edeceğiz ve insanlara baktığımızda onların bizden bir parça olduğunu, gördüğümüz hataların da kendimize ait olduğunu hissedeceğiz ve kimseyi kınamayacağız.
Mutasavvıflar toprağa bile hızlı basmazlar, giyeceklerini yerlere atmazlar. İbnü'l Arabî Hazretleri buyuruyor ki: “Bir elbiseyle kâlp kırdıysan, aynı elbiseyle gönül al ki o elbise senden rûz-ı mahşerde şikâyetçi olmasın” Bu bakış açısını kazanırsak, bir kıyâfete bile hürmet etmeyi öğrenirsek; o zaman arabamıza, evimize, çocuklarımıza ve düşmanımıza hürmet etmeyi öğreniriz. Yani onu kabullenmeyebiliriz ama onun da bir vazîfesi olduğunu ve bizi tekâmül ettirmek için bu âleme geldiğini hissederiz, biliriz, ona göre hareket ederiz. İşte bu birlik ve berâberlik bizi gerçek Müslüman yapar. Çünkü Saff Sûresi’nde; “Müslümanlar bölünmez ve aralıksız bir saf oluştururlar ve o kadar yaklaşır ve birleşirler ki, aralarından şeytan geçemez” buyuruluyor. Dolayısıyla bu birliği sağlayacak her yolu denemek zorundayız. Onun için nasıl namazda bir araya gelip saf tutuyorsak ve yanımızdaki insan belki de hiç anlaşamayacağımız bir insan olsa da, Allah aşkıyla yan yana durabiliyorsak; farklılıkları da hoş görmek, birleşmek, onlara yardımcı olmak ve onları içimizde nefretle değil de, huzûr ve “Olabilir, bu da böyle yaratılmış, iyi ki ben onun yerinde değilim” diye karşılamak insanı dâimâ rahata, huzura ve cennete götürür. Bizim vazifemiz bütün insanlığın hidayet bulmasıdır. “Benim rahmetim her şeyi kaplamıştır” diyen Allah merhametinden dolayı bâzen kuluna cezâ verir, bâzen kulunu ıstırap ve belâlarla imtihan eder ki; kul kendisine yönelebilsin. Esas olan Allah’ın istediği bir kul olabilmektir. Bu da Allah’ın rızasını kazanmaktan geçer.